|
|
|
2 Mayıs 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : 1 Mayıs, Taksim, Gezi,vs!... |
1 Mayıs'ın ilk saatlerinde Taksim'deydik. Yürütücülere inat Taksim'i işgale yeltendik. Sabaha hazırlanan polis gücünden eser yoktu, güle oynaya tavaf ettik alanı. Gölgesinden korkanların emriyle belediye işçileri barikat kuruyordu anıtın etrafına. Gezi de bomboş ve açıktı. Hani şu işkillendikleri anda kapatıverdikleri minik park. Park? Lafın gelişi, ağzımız alışmış bir kere. Beton alanın etrafında, her an punduna getirilip yıkılmayı yok edilmeyi, üstüne kat çıkılmayı bekleyen, kuru topraklı bir park altı üstü. Hemen yanında "Yıkılmadım, ayaktayım." diye bas bas bağıran ama etrafına çekilen tahta perdeler yüzünden sesini bir adım öteye duyuramayan Atatürk Kültür Merkezi. "Nasıl etsekte yıkıp yerine AVM yapsak" diye ağzının suyu akanlara inat iskeletini muhafaza ve müdafa etmeye kararlı. Hemen önüne kurulan 6 adet seyyar tuvaletin polis ahalisine hizmeti öngörülmüş besbelli ama sanki "Biz istersek Atatürk Kültür Merkezi'nin tepesine de s.çarız." der gibiler. On civarında naklen yayın arabası, olası arbedeyi resimlemek için sıra sıra dizilmişler. Tıpkı avını bekleyen kurda benziyorlar. Sabahı beklerken horluyorlar.
Güldük, el kol hareketleri ile yürütmecilere selam yolladık ama biz çaldık biz oynadık. Ne gören oldu ne de "Yassah hemşerim." diyen. Olsun, biz kayıtlara geçtik, "Taksim'e kimse giremez." diyene öpücük yollayarak 1 Mayıs 2014'de Taksim'e girdik. Var mı ötesi?
Sonrasını sadece televizyonlardan takip edebildik. Dersini iyi çalışmış kolluk kuvvetleri, yılanın(!?) başını daha ilk çıktığı yerde ezmek üzere programlanmış. Başardı da. Taksim'e ulaşmak için yapılan her atak önlendi destansı polislerce. Suyu yiyen sekti, gazı yiyen kaçtı. Gel de kaçma. Hep diyorum şu yürütücülere bir kere koklatsalar gazı bakın bir daha yürütürler mi? Her neyse...
Asker çocuğuyum. Yasaklarla büyüdüm. İlk aklım erdiğinde de karşı koymanın yollarını aradım. Yirmi yaşındaki bir gencin sırf öyle söylemesi istendi diye "Yassah hemşerim." demesini kanıksamak istemedim. Nimetlerinden, sırf kurallara uymak zorunluluğu yüzünden uzak durdum. 80 öncesi ve hemen sonrasını en yakınından izledim. Üzerinde yorum yapmadan, kayıtsız şartsız kural uygulama boyunduruğunun yarattığı tepelerde dolaştım. Ama her seferinde nefes alacak bir alan buldum. Karşılaştırmıyorum ama sebep ve sonuçlarını düşününce, bugünün o günlere olumsuz anlamda fark attığını görüyorum. Hariciye nazırının "En özgür basın bizde." diyebildiği bir garabet ortam yoktu o dönemde. Herşey yasaktı ve herkes bunun dibine kadar farkındaydı. Oysa şimdi, herşey gene yasak ama en azından memleketin yarısı farkında bile değil. Hatta mutlular. 1 Mayıs'ın bir terör bayramı olduğu konusunda hemfikirler. Taksim, Gezi onlar için yok farzedilmesi hatta tez yokedilmesi gereken yerler. Oraları ağzına alanların, "Sıfırla oğlum, sıfırla." diyenden daha suçlu olduğuna inanıyorlar. Acı ama gerçek bu.
Böyle nereye kadar gider bilemem. Daha doğrusu, dayanabilir miyiz, hiç bir fikrim yok. Bizzat yarattıkları her olumsuz koşuldan güçlenerek çıkmayı becerdikleri sürece, geri kalanın fazla şansı yok. İktidar uğruna, pisliklerin ortaya çıkmaması uğruna, her türlü tavize teşne yürütmenin de buna izin vermeye niyeti yok. Ama zaman hızla akıp gidiyor. İki dudağıyla yetmiş milyonun kaderini belirleyen bir hırsızın, hesap günü de git gide yaklaşıyor. Önce dış Dünyadan soyutlanacak, sonra her faşişt diktatörün akibeti dönüp dolaşıp onu bulacak. Cezasını da, o nalıncı keseri gibi hep kendine yonttuğu ama hepten yok etmeyi beceremediği adalet mekanizması verecek. Mantığım bunu söylüyor ama kalbim tekliyor, oysa ben buna tüm kalbimle inanmak istiyorum.
***
Nuri Bilge Ceylan, Zeynep Özbatur Atakan yapımcılığında çektiği son filmi "Kış Uykusu" ile altıncı kez Cannes Film Festivaline katılıyor. Altın Palmiye için yarışacak 18 yönetmenden biri Nuri Bilge Ceylan. Bu yolda herşeyi hakkettiklerine inanarak başarılar diliyorum. Yolları açık olsun. Sizler de kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan AVCI PALAVRASI 4 (SON) |
|
Çarşamba günü ona telefon edecektim. Akşamları evden çıkmak gibi bir huyum yoktu. Güzel ve bir o kadar da inandırıcı bir yalan bulmaya çalışıyordum. Günler geçmek bilmiyordu. Pazartesi bir yıl kadar uzun sürdü. Peşinden Salı da öyle… Heyecandan ve aklımda üşüşen kaygılarım nedeniyle geceleri uyumakta zorluk çekiyordum. Çarşamba günü öğlen Gülben’i aradım. Heyecandan aptallaşmış gibiydim. Konuşurken dilim peltekleşiyor, kelimeler elime ayağıma dolaşıyordu. Bu akşam dokuzda gel dedi. Apartmanın kapısı otomatik bozuk olduğu için sürekli açık oluyormuş. Girişteki üçüncü zili çalarsam o anlarmış. Bir çift ayakkabı olacakmış kapısının önünde. Yeşil renkli bez bir çift ayakkabıymış.
Konuştuktan sonra çiçekçiye gittim önce. Bir buket karanfil yaptırdım. Ve akşam uğrayıp alacağım diyerek parasını ödedim. Çünkü bu küçük kente çok az çiçek gelir. Bakarsın akşama kalmaz. İşi sağlama almak gerekiyordu. Berbere gitmek, kendime yeni giyecekler almak istiyordum. Ona birkaç hediye… Ama bu yüzden her şey elime yüzüme bulaşırdı. Heyecanımı ve hevesimi gizlemem gerekirdi. Kimseye renk vermemeliydim.
İşten her zamankinden biraz erken çıktım. Koşa koşa eve gittim. Kravatımı ceketimi çıkarıp attım. Eşim’e Ayancık’a gideceğimi söyledim. Onun da tanıdığı bir arkadaşım balık rakı için bizi götürecekmiş. Bu akşam geç gelecekmişim. Kırk yılın başında erkek erkeğe çilingir sofrası keyfi yapacakmışız. Yalanını seveyim. İnandı üstelik. Sakın içkili araba kullanmayın, dedi. Duş aldım, tıraş kolonyamdan sıktım. Sahile inip Şevket’in kahvesine gittim. Arkadaşlar batağın gözüne vuruyorlardı. Yancı olarak onlara takıldım. Çay beleş bile olsa fazla içmemem lazımdı. Çünkü sürekli çiş ile uğraşmak istemiyordum. Saat sekize yaklaşınca yerimde duramaz oldum. Kahveden dışarı çıktım. Bir sigara içtim. Uzaklara, denizin dağlara kadar uzandığı karanlığa gizlenmiş ormanlara baktım. Su insanı sakinleştirir derler. Bende işe yaramıyordu. Sigaram bitince içeri gidip arkadaşlara görünüp çıktım. Çiçekçiye gittim. Buketimi görünmemesi için büyük bir torba koydurdum. Pastaneye gittim. Küçük bir pasta ve birkaç çikolata aldım.
Saat dokuza çeyrek kala Gülben’e telefon ettim. Uygunum gel, dedi. Apartmana girerken ortalığı kolaçan edecekmişim. Görünsem bir şey olmazmış ama gören olmazsa daha iyi olurmuş. Bu sözleri beni iyice gerdi. Apartmana tarihi yapılarla dolu ve daha karanlık olan üst kısmından girmeyi seçtim. Eve yaklaştıkça korkum ve heyecanım iyice arttı. Uzak sokakların birinde köpekler havlıyordu yüreğim ağzıma geliyordu. Bir kapı sesi duysam aklım yerinden çıkıyordu. Apartmanın olduğu köşedeki ceviz ağacının altında biraz soluklandım. Sokağı gözetledim. Apartmanın balkonlarına göz gezdirdim. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Usulca ve olabildiğimce sakinlikle kapıya doğru yürüdüm. Demir kapı açıktı. Önce zile sonra merdiven otomatiğine basıp üçüncü kata çıktım. Üçüncü katta birbirine bakan iki kapı vardı. Yeşil ayakkabıları görünce kapıya yöneldim. Gülben beni kapı arkasında bekliyormuş. Usulca açıp beni içeri aldı. Ayakkabılarımı alıp komedin üstüne koydu. Hoş geldin, deyip sarıldı. Ona elimdeki torbaları verdim. Beni evin salonuna alındı. Oda da küçük bir masa, iki sandalye, bir çek yat, bir de televizyon vardı. Salona gelip çiçekler için teşekkür etti. Beni mutfağa çağırdı. Açmam için şarap şişesini uzattı. Akşam yemeği için sebzeli bir tavuk yemeği ve salata hazırlamıştı. Masayı hazırlarken ona yardım ettim. Mutfakta işimiz biterken “Dur,” dedi. “Sana şöyle gönlümce sarılayım.” Korkuluk gibi durduğumu anlayınca ben de kollarımı ona sardım. Ben hala çok heyecanlıydım. Eve ansızın biri çıkıp gelecek ve bizi böyle baş başa yakalayacakmış gibi başa çıkamadığım bir endişem vardı.
Yemeğimizi yedik. Şaraplarımızı yudumladık. Pastamızı kestik. Sıra öpüşmeye koklaşmaya geldi. Beni elimden tutup çekyatın üzerine oturttu. O da gelip yanıma oturdu. Onu usulcacık öpüyordum. Saçlarını okşuyordum. Ama birden her şey birbirine karıştı. O telaş, korku ve endişe içinde ne zaman soyunduğumuzu, seviştiğimizi bile anlayamadım. Her şey çok ama çok hızlı oldu.
Özür dilerim, nasıl oldu anlamadım, dedim
Dert etme, bazen böyle olur,” dedi. Utandım, kalkıp giyinmek istedim. Elimden tutup kanepeye çekti.
“Biraz böyle kal,” dedi, Kucağıma uzandı. Saçlarını okşadım. Koyu buğday teni siyah ama ince tüylerle kaplıydı. O akşam geri gelmesini beklediğimiz o sihir yeniden bize dönmedi.
Bursa Mayıs 2014
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu DÜNYA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ |
|
3 Mayıs 1991'de Namibia'nın Windhoek kentinde UNESCO tarafından düzenlenen "Bağımsız ve Çoğulcu Afrika Basınının Geliştirilmesi" konulu konferansta Windhoek Deklarasyonu yayımlanır. 20 Aralık 1993'te, Birleşmiş Milletler, her yıl 3 Mayıs'ı, "Dünya Basın Özgürlüğü Günü" olarak kutlamayı kararlaştırır.
Windhoek Deklarasyonu, bir ülkede demokrasinin yerleşmesi ve ekonomik gelişmenin sağlanması için basının bağımsız, çoğulcu ve özgür olması gerekliliğine vurgu yapar. Buna göre basının, üretimden dağıtıma her aşamada siyasal ve ekonomik baskıdan bağımsız olması zorunludur.
“Uluslar arası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, 2014 Dünya Basın Özgürlüğü sıralamasında Türkiye’yi, 180 ülke içerisinde 154. Sırada gösterdi. Verilere göre 2005 yılında 98. sırada yer alan Türkiye 9 yılda tam 56 basamak gerilemiş bulunuyor.
Basın özgürlüğünü savunan Paris merkezli uluslar arası örgüt, bugün yayınladığı indeksinde Türkiye’yi, 2013 sonunda 60 civarında medya çalışanını cezaevinde tutan, Gezi eylemleriyle 153 habercinin polis şiddetine uğradığı ve editoryal bağımsızlığın ağır saldırı altında olduğu bir ülke olarak tanıttı.
Türkiye’de ilk özel gazete 1860 tarihinde yayımlanmıştır. Şinasi Efendi, gazetenin ilk sayısında makalesine “Mademki bir sosyal toplulukta yaşayan halk bunca yasal görevlerle yükümlüdür, elbette sözle ve kalemle kendi vatanının çıkarlarına uygun fikir belirtmeyi kazanılmış haklar bütününden sayar.” cümleleriyle başlar. Ancak, daha birkaç yıl geçmeden Namık Kemal salt fikirlerinden dolayı Avrupa’ya kaçmak zorunda kalır. Sonraki yıllarda da Magosa zindanına gönderilir.
Basın üzerindeki baskılar özellikle Abdülhamit döneminde doruk noktasına çıkar. Gazetecilerin arkasına hafiyeler takılır, hatta padişahı çağrıştırıyor diye “yıldız”(Padişah yıldız sarayında oturmaktadır.) “burun” (Padişah kemer burunludur.) gibi sözcüklerin kullanımı bile yasaklanır.
Bu ülkede gazetecilerin çilesi, elbette salt sürgünlerle, yasaklamalarla sınırlı kalmamıştır. Onlar, 6 Nisan 1909’da Serbest Gazetesi yazarı Hasan Fehmi Bey’in bir suikasta kurban gitmesinden bu yana 95 meslektaşlarını cinayete kurban vermişlerdir. Bu rakam, bu ülkede neredeyse her yıl bir gazetecinin fikirlerinden dolayı öldürülmesi anlamına gelmektedir.
Şinasi’nin makalesinden bu yana 154 yıl geçmiş. Bugün, gazetecilik yapmaya çalıştıkları için tutuklanan, yargılanan, işinden olan gazeteci sayısı ortada. Bu millet “Havuz Medyası”nı, “Alo Fatih”leri de unutacaktır; ama basın tarihi bu kara lekeleri yüzyıllar sonra da yazacaktır
Bir zamanlar Levent Kırca “Silivri’ye gitmek niye bir gün aklına gelmedi? Orada tutuklananlar senin meslektaşın değil mi?” sorularına “Gitmedim, canım istemedi, oradakileri sevmiyorum.” diyen diyen Fatih Altaylı’nın Tuncay Özkan’a söylediği
“Senin hapse girmen bir yandan büyük bir felaket, bir yandan büyük bir şanstı. Toplumsal bakış açısından bakıldığında biz dışarıdakiler en az sizin kadar mahkûm en az sizin kadar tutuklu, üstelik de şerefsizleştik.” sözleri acı bir itiraf değil midir?
Bugün yasaklamaların birkaç adım daha önündeyiz. Gazetelere, televizyonlara yapılan baskılar yetmedi. Twitter, YouTube gibi sosyal medya kuruluşları kapatıldı. Başbakan bugün emir versin, size hitap ettiğim bu Facebook yarın kapanır. Çünkü parlamento, basın, yargı, parlamento, ordu, MİT başbakanın her sözünü yerine getirmeye hazır.
Yaşasın İleri Demokrasimiz!
Karyalılar çok savaşçı bir halktır. Gözüpeklikte o denli ünlüdürler ki savaşçı olarak Mısır’a dek gitmişlerdir. Labris, yani çift ağızlı balta Kayralıların sembolüydü. Karyalılar labris üzerine bazen bir çift göz, bazen bir çift kulak resmi çizerlerdi. Bu, tanrı her şeyi görür, duyar demektir. Kimileri de çift ağızlı baltayı Karyalıların “ne denli güçlü olursan ol, saldırdığın silahın diğer yüzünün sana dönük olduğunu asla unutma” anlayışının bir göstergesi olduğunu söylerler.
Gün gelir, zalimler kendi silahlarıyla vurulur. Bunu, biz değil, 2.500 yıl önce bu topraklarda yaşayanlar söylemiş.
“Bu dünya etme bulma dünyasıdır.” Bunu örneklemek için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Ergenekon’un, Balyoz’un yaratıcılarının bugünkü durumuna bakın yeter.
Bugün Dünya Basın Özgürlüğü Günü. Bir yazar olarak içimden "Kutlu olsun!" demek gelmiyor. Olmayan özgürlüğü kutlamayı bırakalım yalakalar, yandaşlar, havuzcular yapsın.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kıyıya Vurmuş İki Sandal |
|
Kıyıya vurmuş iki sandal,
birbirinden utanır;
hüküm giyer gibi bir de
boyun büküp ezilir.
Hâle koymak istersin,
kalemini kısa tut yine de.
Bak, kimi anlatıyor bu yıldızlar?
Cümleni sarsan heyecan,
aydınlık bir iz bırakır.
Dökülür gece çanları,
yıldırımlar içinde boşalarak.
Şafak şimdi sökecek,
yırtarak engin denizleri.
Çakıl taşları ufalanacak,
yayılacak yosun kokusu.
Hayâtın avuçlarına bıraktım şarkımı,
tüm notalar beni söylüyor.
Bu demir kapı,
bu karton kapaklar;
hepsi de ıslak
ve karanlıktan az öncekiler gibi
ve zamansız sevinçlere yenik düşerek
ve sonunu getiremediğim bir türkü gibi ağır.
Tövbe kapısı, ardına kadar açılır.
Sevmelerin sarhoşluğunu çekip içine,
duvarlara yazılan kurşun gibi bir sözle,
zamânı çevirir kendine.
Bir mucize gibi doğarsın gönlüme.
Güneşi kovalamanın heyecânı içinde,
ayrık otlarını elinle seçersin birer birer.
Gününde görürsün gökyüzünü,
üstün başın kir pas içinde.
Kayıp sokaklar, kayıp bir ev
ve şimdi, demir bir yalnızlık.
Gel gözüm, hoşbeş edelim biraz.
Ben, sokak haberleri geçeyim;
sense gidenleri anlat.
Gökyüzünü başım üzerinde görmem yasak,
kendimle konuşmam; o da yasak.
Billâhî kahredecek bu dilim,
hünerlerime saklayacağım seni
ve kendimden bile koruyacağım.
Gün akşama dönerken
anlat, diyeceğim.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|