Gelin bu projeye destek olun



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 931

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 1 Mart 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Kayış Suratlılar!..


Merhabalar,

Çömez'in Unakıtan'a mektubu iyi güzel de, üç gün evvel adamı aklarken aklın neredeydi diye sormazlar mı adama? Biz belki sorarız da, belli ki partisinin kendisine soracağı başka sorular var. "Sen ne hakla saygıdeğer bakanımıza dil uzatırsın bre çömez vekil?" diyebilirler örneğin. Diyecekler de hiç kuşkunuz olmasın. Zira adamı parti disiplin kurulunda incelemeye almışlar bile. Pastörize yumurtacının babası bay Unakıtan ise bu sıralar hababam gülüyor. Haydi istifa etmiyorsun bari olgun bir tavır göster de etrafa mağdur vatandaş tavrını takın değil mi? Ne gezer, adamcağızın hakkında türlü yolsuzluk iddiaları gırla gidiyor, bahçesine diktiği villalar bir şekilde yıkılıyor ama bay pastörize yumurtacının babası etrafına el şakaları yapmaya devam ediyor. Pişkinlik bir yere kadar yahu. Koca devletin maliyesinden sorumlu koca bakanı, en kayış suratıyla yapışmış koltuğa kalkmam da kalkmam diyor. N'apsın yani koca bakan? O giderse KDV'yi kim düşürecek? Iskartaya çıkmış yumurtaları kim toplayacak? Ha? Sorarım size, ailesine hizmet etmekten vatana millete hizmet etmeye vakit mi kalıyor yahu? Kalsa dükkan sizin, ah bir zaman bulsa memleketi öyle bir ihya edecek ki ama vakti yok, sadece kayış suratı var. İnsaflı ol azıcık sayın vatandaş insaflı!..

Efendim bendeniz az rastlanır Dünya müziklerinden örnekleri dinlemeye bayılıyorum. Size de burada zaman zaman dinletiyorum biliyorsunuz. Sanırım kan çektiğinden, Orta Doğu kökenli müziğe daha bir düşkünüm. Bu tür müziklere ulaşabildiğim bir adres var, emusic.com. Aslında legal bir mp3 satış sitesi ancak yaptığı sürekli promosyonlarla örneğin şu anda 100 tane şarkıyı ücretsiz alabiliyorsunuz. Ve site sadece müziğe kanalize olmuş durumda. Yani öyle reklamlarla canınızı da sıkmıyor. İlgileniyorsanız bir uğrayın derim. Şimdi az önce oradan aldığım bir şarkıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Tabi ki gene Orta Doğu'dan. Consuelo Luz söylüyor, The Nightingales. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Reyhan Yıldırım


denize döküp geleceğim

İki de bir çantasını kontrol ettiği için çekmişti dikkatini. Trenden birlikte indiler. Kadın sersemlemiş gibi, yalpalayarak ilerledi önünde. Bir müddet yürüdükten sonra, bu aksak ritmin nedenini anladı ve şaşırmadı nedense: kadının bir bacağı diğerinden kısa. Kızıla çalan kahverengi saçları kulaklarının hemen altından kesilmişti. İzlendiğini fark etmiş olmalı ki dönüp, sert gözlerle Ahmet'e baktı. Bu bir anlık bakış bile, acayip, sarıgözlerin, Ahmet'in beynine yerleşmesine yetti. Yerleşmekle kalmadı, gitti, Ahmet'in zihninin derinliklerinde kendini buldu ve kendi üstüne kuruldu.

Yüzünün büyük bir kısmını kaplayan dudakların duyamadığı sözcüklerle kıpırdayışında, belli belirsiz bir tehdit sezdi adam. Ne yapmakta olduğunu yeni fark etmiş gibi, adımlarını yavaşlattı. Ali ile gişelerde buluşmak için sözleştiklerini de hatırlamıştı. Kadın gar lokantasına doğru uzaklaşırken, sütunlardan birinin altında durup, bir sigara paketi çıkardı cebinden. Etrafına bakınarak yaktı sigarasını. Garın en kalabalık saati sayılmazdı ve nerdeyse tüm peronlar boştu. Saat 07.25. İstanbul uyanmış olmalı. Herkes yollara dökülmüştür, garın dışındaki hayat hareketlenmiştir şimdi.

Göz ucundan süzülen uçuk mavi, sürüklediği valizin dönmeyen tekerleri yüzünden sık sık duraklayarak, hedefine ulaşmıştı. Ahmet'e göre çekiştirilen o valiz yeni değildi. Hatta kullanıla kullanıla eskitilmiş gibi; derisi örselenmiş, körüklü bölgesi kendini salmış, kötü bir şeydi. Kadın'ın üstü başı da, dökülüyor dense yeri. Daha doğrusu özensiz! Vazgeçişin izlerini tanımaz mı? Artık öğretim görevliliği yaptığı özel okula bunca sarılması boşa mı? Tam kırk dokuz yaşına basmıştı geçen Salı. Taşıyabileceği tüm anıları bir yerlerde bıraktığını sanırdı. Demek ki bırakmamış.

Tuhaftır Metin'in sesini duyar gibi olduğunu zannetmişti o gün. Ve işte, şimdi de Selmin'e rastlamıştı. Ali'ye eşyalarını verip yollamayı, burada kalmayı kararlaştırdı. Yeniden dokuz yıl önceki Ahmet gibi hisseti kendini. Metin'in imgesi belirdi zihninde, Hukuk fakültesinin soğuk kantininde, her zamanki gibi tek başına oturduğu gerilerdeki bir masada. Bir şeyler okuyor. Yetişememişti ya ona haber vermek için, belli ki kırılmıştı. İmge başını kaldırıp gördü de Ali'yi, tek söz söylemedi. Derin, kadife gözleriyle dümdüz içine bakmayı seçti. Ali, "Dostum!" diye mırıldandı. Gara giren yataklı trenin düdüğü boğdu sesini.


Selmin lokantanın kapısından içeri başını uzattığında, telaşla temizlik yapan garsonlara rast geldi. Sandalyelerin hepsi masaların üstünde! Geniş tavanların tuhaf akustiğinde, sunucunun radyodan yayılan sesi yankı yapmıştı: "Şimdi dinleyeceğiniz şarkı, Avni Anıl beyin, Nihavend bir eseri.Seslendiren…." Kadın şarkıcının billur gibi, hançeresini titreterek fırlayan notaları giyinmiş sesi, dört bir yana saçılıp dağıldı. "Bir kere bakanlar unutur derdi, günahı, görmem gözünün nuruna daldıkça sabahı…"

Garsonlardan biri gördü Selmin'i, radyonun sesini usulca azalttı. "Sorun değil, rahatsız olmayın" dedi kadın nazikçe.

- Ne zaman açacaksınız?
- Saat dokuzda, bayan.
- O, daha bir saat mi var yani?

Bir köşede oturabileceği konusunda anlaştılar. Yenileme çalışmaları henüz tamamlanmış lokantanın işlemelerinden taze boyanın çiğliği çarpıyordu göze. Açık duran ön kapıdan giren serin deniz havası içini ürpertti. Ne zaman üşüse dişleri sızlar Selmin'in. Dişindeki sızlama, kalçasındaki ağrıya eşlik etti. Güçlükle yürüdü. Valizin takıldığı masaya küfrediyordu içinden. Nihayet garsonun çevirdiği sandalyeye otururken;

- Kahvaltı veriyorsunuzdur değil mi diye sordu.

Şarkı devam ediyordu. Bir eski zaman lokantası sanki. Dekorasyona sinen, o duyguyu besleyen detaylar olduğunu geçirdi içinden. Keskin bir sancı yeniden böldü düşüncelerini. Hastaneden çıkalı çok olmamıştı. "Gitmez olaydım" diye ilendi yeniden. Sağ bacağı kütük gibi şiş. Bacak da bacak sayılmaz ya: yedi yıl önce yarısından kesmişlerdi. Protezi yeni olduğu için uyuşamamışlardı birbirlerine, biraz da kısa gelmiş gibiydi. Eliyle kavrayıp, yerleştirdi bacağı. Saçlarını parmakları ile geriye taradı, etrafı kolaçan etti.

Peşinden gelen adamın ödünü patlatmıştı. Buraya gelmeye kalkmaz inşallah. Kentin tehlikeli insanlarına ait söylencelerin bini bir para! Dayanamayıp bakmıştı. Öyle korkutucu bir tip değil. Belki de sadece meraklıydı. Vardır öyle insanlar, başkalarını mercek altına alıp üzerlerine hikâyeler kurmayı pek severler. Oysa gerçeğe ne kadar yaklaşabilecekler? Bir çocuk oyunu! Her zamanki gibi, içi sıkıldı. Görünen dünyanın parçası gibi, oysa başkalarının hiç haberdar olamayacağı tipte öyküler geziyordu sokakta. Yaşamayan bilmez!

Gökyüzündeki cılız güneşin halini sevmedi Selmin. Kar topluyor! Ufuk çizgisinden yaklaşan griliğin hayra alamet olmadığı da kesin.

Çantasını kucağında tutmaya devam ediyordu. Atkısını çıkarıp valizin üstüne bıraktı. Ceplerini karıştırarak buruşuk bir kâğıt çıkardı. Okuyup durmuştu bunu. Geri çekildiğinde tüm aileyi memnun eden tavrını sürdürmek, acılarını iyileştirmiyordu. Garip bir öfke günden güne artıp büyümüştü içinde.

"… Kadınlar İstanbul'da, küresel kadın dayanışmasının bir parçası olacak şekilde bir saatlik ortak eylemde birleşecektir. Bu eylem düşlerimizin peşinden gitme, eşitlik, özgürlük, adalet, barış ve dayanışmanın bizi birbirimize bağladığı bir dünya kurma konusunda ne kadar kararlı olduğumuzu gösterecektir. Türkiyeli kadınlar bu ilkeler çerçevesinde oluşan Dünya Kadın Yürüyüşüne sahip çıkmakta ve en geniş kadın örgütlülüğüyle Türkiye ayağını oluşturup süreci güçlü karşılamak iradesinde olmalıdır."

Son günlerdeki en büyük çelişkisinin içinde, yine, "ne işe yarayacak?" diye sordu kendi kendine. Sıkı sıkı giyinmiş, sözde lider kadınların boş vakitlerine anlam katmak üzere ateşli nutuklar attığı, pek çok toplantıda bulunmuştu evvelden. Kayıpları olanlar kalabalıklardı. Kimi bilinçli, kimi bilinçsiz, çoğu kez sorgulamadan, alanlara birikmek nerdeyse ellerinden gelebilen tek şeydi.

"Ne ekim ama!" diye düşündü Selmin. Ekim ortasında kar mı yağar? Dondurucu soğuğun cayır cayır yanan kaloriferlere aldırdığı yok sanki. Valizini denize döküp gidecekti. İçindeki şeyler kimseye bir şey ifade etmeyecek. Geride kalmalarının yaratacağı sıkıntıları ört bas etmekti niyeti. Yürüyüşü de pek umursamıyordu aslında. Birkaç arkadaş görmek, yedi yıl önce Galatasaray Lisesi önünde yenilenen dehşetinin ardından olup bitenleri öğrenmek ve gitmek istemişti. İçini yokladı yeniden. Evet, bir değişiklik yok, kararı verdiği yerde duruyor. Kaya gibi sağlam. Usanç içinde.

"27 Ağustos 1997 günü İstanbul'da gözaltına alınıp İstanbul DGM tarafından Maltepe'de işlendiği öne sürülen bir suç nedeniyle Ankara'ya gönderildiği bildirilen Metin Doğru'dan 87 günden beri haber alınamıyor. 1 Eylül 1997 günü bir basın açıklaması yapan Metin Doğru'nun eşi Selmin Doğru: "Ankara, Maltepe ve hatta İstanbul'daki tüm birimlere başvurduğumuz halde eşimin gözaltında olduğu kabul edilmiyor. Bize bir taraftan eşimin yakalanamadığı, kaçtığı söyleniyor. Yazılı başvurularımıza ise "böyle birisi gözaltında değildir" şeklinde yanıt veriyorlar." dedi. Daha önce de iki kez… "

"Kayıplar bulunsun, hesap sorulsun!" diye bağıran sesler içine işlemiş ve bir daha da Selmin'i terk etmemişti. İki yıl boyunca her cumartesi aynı köşeye birikenlerin arasına girmiş, umudunu yitirmemek için var gücüyle seslenmişti. Ta ki o cumartesi, kargaşanın içinden yaralı çıkıp bacağını kaybettiği güne kadar. Zaten kısa bir süre sonra protestoların önü kesilmiş ve eşler, kardeşler, arkadaşlar kendi sessiz çileleri için geldikleri yerlere çekilmişlerdi.

Artık eski heyecanlarından eser kalmamıştı içinde Selmin'in. Sadece yoğun bir özlem duyuyordu. Otuz yedi yaşına girdiği gün bir karar vermişti. İçindeki derin boşluk eşini yitirmesinin çok ötesinde bir şeydi. Ne çiçekler, ne bulutlar, ne kırlangıçlar, ne de okuyup yazdığı her hangi bir şey avutuyordu ruhunu. Küsmüştü. Anlamsızlık duygusu durmadan ağır basıyor; uykusuzluk ilaçları, anti-depresifler, telkinler, mantıklı konuşmalar ve diğer hiçbir şey bu ağırlığı içinden söküp atamıyordu. Umudunu kaybetmiş birinden daha fenası yoktur. Sıkı sıkı tuttuğu çantanın içindeki metalin soğukluğunu üstünden bile duymasına şaşmak gerek. Çünkü ruhu buz tutmuştu. Bir veda diyordu kendi kendine, son kez. Geçmişle bıraktığı yerde bir buluşma… Son bir dayanışma ödevi. Hiç kimseye faydası olmayacaksa da bu onun karakteriydi. Tamamlanmışlıkları aradığı bir ömrün ortasına düşen yarım kalmış sevda, tüm değerlerinden soyuyordu kadını. "Gözümün önünde ölse bu acı böyle derin işlemezdi içime", diyordu kendi kendine. Sür git bekleyiş… Ve günün birinde kabul edebildiğinde, her açıdan yenik düştüğünü ve kimseye faydası olamayacağını hissetmişti açıkça. Ahlaki hiçbir karşı duruş ulaşamaz oldu duygularına. Şimdi bu çağrı, tam da zamanlı, istediği sona hazırladığı fırsatla, buruş buruş, avuçlarından ona bakıyordu.

Kahvaltısını etti. Tuhaf bir yaşama içgüdüsüyle besleniyor olması ne ironik! Kendine gülümseyebilmek iyi geldi kadına. Bir süredir başlattığı alışkanlıkla içinden Metin'e seslendi. "Orda mısındır sevgilim? Tüm yazdıklarını denize döküp geleceğim. " Metin gözlüklerini gözüne yerleştirip ağır başlı bir tutkuyla bakmıştı yüzüne. Yanı başındaki solgun lambanın, yoğunlaşmasına destek veren cılız aydınlatmasında, kalın kazağı ve kadife pantolonu ile oturuyordu hala. Sabahlamak niyetiyle geçmişti masanın başına. Yetiştirmesi gereken yazıların malzemesi, onlarca belge ve dosya yayılmıştı etrafına. "Şimdi geleceğim güzelim, sen git yat, terliklerini bile giymemişsin, üşüyeceksin.", demişti. Esnemişti Selmin. İstemişti de son bir kez öpmemişti. Tabi kırılırcasına çalacak kapıyı nerden tahmin edecek. Sonra da her şey bitmişti işte.

Sandalyeler, tuzluklar, biberler, her şey yerine yerleşmişti çoktan. Masaların dolmaya başladığını ve artık Ahmet'in de orada olduğunu görmedi. Çayının son yudumunu da içti. Mavi kabanın yakasını kaldırıp atkısını takarken garsona da işaret etti. Çocuk hemen getiriverdi hesabı. Ödedi ve teşekkür etti. Midesindeki tuhaf kasılma tüm diğer ağrılarına eklendi. Usulca kalktı, sandalyeyi itip kavradı valizin sapını. Geldiği kapı yerine deniz kapısına doğru yürüdü. Merdivenlerden indirmeye çalıştığı valiz yüzünden az kalsın düşüyordu. Antika lokomotifin önüne dolanıp yazdan kalan çay bahçesinin betonuna ilerledi. İyice sokuldu sete. Bavulu açmaya çalışıyordu. Uzanan bir el usulca söktü kilidi yerinden. Eski kapak geriye doğru kontrolsüzce savrulurken tıka basa dolu kâğıtlardan bir ikisi uçuştu. Ahmet dağılmamaları için eliyle ağırlık yaptı geriye kalan yığınlara. Selmin ilk korkusunun hemen ardından tanıdık bir şeyler buldu adamın yüzünde, durakladı. Ahmet, "Selmin", diye fısıldadı. O zaman geçmişin içinde tam da şekillenmemekle birlikte bazı gölgeler ayaklandı yeniden. Nasıl unutmuş olabilir Ahmet'i? Bu zamanlama hiç iyi değil. Bir şey demedi. Sağlam diziyle bavulu ittirmeye çalışırken Ahmet, yeniden yetişti imdadına. İkisi birlikte ters çevirdiler bavulu. Salınarak yaklaşan vapurda hayretle bakan insanların gözü önünde gerçekleşiyordu bu olay. Birkaç martı çığlıklarıyla yardı ritüelin alçalttığı kış göğünü. Bir an kararsız durakladılar ve ilk önce Selmin bıraktı valizi. Valiz ve kimi kağıtlar suyun içinde derine doğru usul bir inişe koyuldular. Ahmet kolunu omzuna attı Selmin'in. "Gel, bir de kahve içelim." Dedi. Başıyla onayladı kadın. Son bir kez baktı Metin'in onca yalnız geceden arta kalan hatırasına, "Bekle" dedi yeniden "yürüyüşe gitmeyeceğim, gecikmem". Ahmet'in duyması mümkün olmayan bir iç sesle konuşmuştu.

Az önce peş peşe çıktıkları gar lokantasına birlikte döndüler. Allahtan kalıcı değildi yolcular. Meraklanan çıktıysa bile uzun süre ilgilenmediler bu tuhaf çiftle. Selmin sandalyeye henüz ilişmişti ki yeniden kalktı.

- Tuvalete gitmeliyim.
- Tamam. Ben buradayım.

Ahmet, arkasından bakarken sigara paketini ortaya çıkardı yine. Bir sigara yaktı, tabla istedi garsondan. Selmin'in uçuk mavi paltosu sarıgözlerini Ahmet'e bırakıp kaybolmuştu köşede. Merak edilecek zaman değildi geçen. Bir el silah sesi duyar gibi oldular. Garın geniş tavanlarında, taş duvarlarında boğulabilmesi mümkün olmayan bir ses. Koşanların içinde Ahmet de vardı. Kadınlar tuvaletindeki çamurlu zeminin üstünde yatan Selmin, ilkyazın o ilk sabah mavisine benzeyen kabanına dolanmış, kendi üstüne kapanmıştı. Adam yığılmamak için arkasındaki duvara yaslandı. Birilerinin ona "sizinle değil miydi?" diye sorduğunu duyuyordu ama o Metin'in kadife gözlerinde için için yanıyordu. Yine olmuştu işte, geç kalmıştı!

Reyhan Yıldırım


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Sabiha Rana

 Beyaz Düşler : Sabiha Rana


  ARTIK ŞİİRLERİM BİTTİ !

Ruhumu sağıp durdu Kaf dağında esir düşmüş bahtım.

Bu yüzden
Hangi şiiri hayal edip yazmaya kalksam, daha oracıkta boğup öldürüveriyorum..

Ve ötedeki şiire doğru yol alırken

Acaba diyorum

O şiirde ne var ne kadar yaşar?

Yaşarken kalbimi ısıtmaya yarayan
Güneş,ay,yıldızlar
Sevgi olup yağdılar tüm duygusallığıma.

Gönül bahçemde öten bülbüller
Açan çiçekler
Konan kelebekler oldular hayatıma.

Biliyorum gittikleri yer mutlaka cennettir..

Koynumun aşk ağacında yeşerip filizlenen

-------- Ve
Sonra ölen bu şiirler

Kim bilir daha neler anlatırlardı dersiniz?

`` Şiir hayatında iyi veya kötü ne yazarsanız yazın, ister sevgiyi isterseniz nefreti elbetteki sonsuzlukta yankılanan bütün şiirler satır,satır şairine geri dönecektir, şiirler ölmez yaşanır derlerdi eminim ``

Düşünüyorum da Allah sonsuz şiirler gönderiyor gönülden sevenlere

Nerede kaldı şimdi benim o ilk şiirlerim
Kendi koynuma girdiğim düşten düşmüş düşlerim?

İnsan kendi sevgisine duygularına bunu yapar mı diyorum?

Aman sakın!

Kalbim görmesin
Gözyaşım duymasın
Ruhum sakınsın
Acı veren tutkularımdan

Sonra
Öldür,öldür bitmiyor...

Keşke yaşanmamış şiirlerin soluk bir gölgesi olmasaydık
Birlikte nefes alıp verebilseydik keşke..

Şimdi,
Yıkıl canımın karşısından.

Aç kalbini
Göm beni
Bir tek
Kabrime sarılıp uyumak istiyorum!

Sülükler içsin abdest sularımı.

Artık şiirlerim bitti! ! !

Çünkü; Ben yokum ……...............

Zaman mı? Ruhum Kuşlar Gibi Uçuyor Zamansız Zamanlara..

Yazılan Bütün Şiirleri Melekler Mutlaka Okur! ! !

Sabiha Rana
http://www.sabiharana.com



Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Pınar Keşkek Korkmaz


DÜŞÜN!

Kalk şimdi yerinden hemen kalk!

Hızlıca düşün, beynin alıştıysa tembelliğe, bağır ona, haykır "Düşün!"

Ne yapmak istiyorsun onu düşün!

Bir ay sonra nerede olmak istiyorsun?

Bir yıl sonra ne olmak istiyorsun?

Peki, on yıl daha yaşarsan ne olmak istiyorsun?

Mutlu musun şu anda?

On yıl sonra mutlu olmak istiyor musun? Pişmanlıkları sırtından atmış olmak mı yoksa "Keşke" lere bakıp bakıp iç geçirmek mi? Gerçekten ne yapmak istiyorsun gelecekte? En önemlisi şu anda ne yapıyorsun?

Başkalarına kızıyorsan düştüğün durumlar için, inan bana onların hiç kabahati yok… Ya seçimlerin yanlıştı ya da fırsatları yanlış değerlendirdin, seçimlerin yanlış değerlendirdiğin fırsatlardı belki de… Kendine kızıyorsan bunu da yapma! Hataların sensin, kendini sevmekten başka bir yol yok, yaşamak için. Kabullenmelisin her şeyi ders alarak.

Değişebilirsin her gün, her an.

Yeni baştan başlayabilirsin, bu başlangıç eskilerden hatırladığın ilk başlangıç olmaz elbet çünkü artık tecrübe ve dersler avuçlarının içinde. Üstelik nerelerde yanıldığını da biliyorsun. Korkacak çok az şey kaldı önünde.

Haydi, adım at!

Tek bir adım!

Şimdi kendine haykır; "Başla!"

Ve tekrar haykır; "Başar!"

Ne düşünüyorsan o oldun!

Düşündüklerin ve korktuklarının hepsi başına geldi şimdiye kadar. Artık iyi olanı ve güzellikleri düşün!

Onları düşün ki, hepsi senin olsun!

Pınar Keşkek Korkmaz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


4,674,674,674,674,67
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Mehmet Sağlam

 Kahveci : Mehmet Sağlam


  SORU SORMANIN YÜKSELEN DEĞERİ

Değerli Dostlar,

İnternet sayesinde (veya yüzünden) öylesine akışkan bir çağa girdik ki, kolay ulaşılan ve yaygınlaşan bilginin önemi iyice azaldı; “Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum” sözü sadece eski kitaplarda kaldı. Arz talep dengesi öylesine değişti ki -piyasa ekonomisinde olduğu gibi- bilgi enflasyonu bilgi devalüasyonuna neden oldu, yani bilginin değeri hızla dibe vurdu. Artık aradığımız birçok bilgi kaynağına zahmetli yolculuklar ve uzun süreli tahsiller yerine, arama motorları sayesinde bir dakikalık emekten sonra kolayca ulaşabiliyoruz. Dünyanın en zengin kütüphanelerinden dahi internetteki ucuz üyelikler sayesinde yararlanabiliyoruz.

Bilginin bu denli hızla yaygınlaşması ve ucuzlaması “enformasyon teknolojisi”nden büyük kazançlar elde etmeyi hedeflemiş çevreleri, öngöremedikleri bir hayal kırıklığına uğrattı. Ne var ki, IT (ay ti) şirketleri bilgiye ulaşma teknolojisini daha farklı ve daha yaratıcı yöntemler geliştirerek ve bunları yaygınlaştırarak kazanç elde etmeye hâlâ büyük çaba harcıyorlar. Ancak bilgi tüccarlığının giderek değer kaybedeceğini de iyi biliyorlar.

Bu sürecin gelecek on-on beş yılda nasıl gelişeceğini ve bilgi kirliliğinin hangi olumsuz sonuçlar doğuracağını tahmin etmeye çalışan bazı düşünce kuruluşları -sizin de ilginç bulacağınızı sandığım- bir saptamada bulunmuşlar: İşe yarayan bilgileri bulup öğrenmek artık değerli bir özellik değildir; işe yarayacak soruları bulup sormak çok daha değerli bir özelliktir.

Bu tanıya ben de katılıyorum. Ve herkese şu naçiz tavsiyede bulunmayı bir görev addediyorum: Kendinize, dostlarınıza, çocuğunuza ve öğrencilerinize işe yarayan sorular sormanın önemini anlatın lütfen. Özgül bilgiye bundan böyle özgül sorularla ulaşılacağını hiç unutmayın. Soran ve sorduğunun yanıtını arayan insan geçmişte de insanlığın kültürel ve bilimsel evrimine büyük katkıda bulunmuştu; fakat yaratıcılığı tetikleyecek ve bilgiden özgün bilgi çıkaracak sorular bundan böyle sorana daha büyük değer yükleyecek, gelişmemize daha fazla katkıda bulunacak gibi görünüyor.

Bu yazının ruhuna uygun olarak ben, öyle iddialı olmayan ilk sorumu sizlere soruyorum: İLHAM nedir, ne değildir?

Sorularla kalın...

Mehmet Sağlam
mehmetttsaglam@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ

Tarkan İkizler

 Hikayeci : Tarkan İkizler


   İLK TECRÜBE

Hiç kimsenin, göründüğü kadar saygıdeğer olmadığını bilemediğim yıllardı... İşi az, rahat bir masada, akşamı bulup, eli kolu dolu bir vaziyette eve dönme hayalleri kuramayacak kadar, toy bir memurdum... Güzel bir yere düşmüştüm... Daha yeni olduğum için de, çalışma arkadaşlarımın hepsi benden tecrübeliydi... Kendi aralarında, benim için, süresi belirsiz bir alışma devresi saptamışlar gibi, doldurulacak evraklardan başka bir iş vermiyorlardı. Zaten ben de, ne, nasıl olacak, hangi evrak hangi dosyaya girecek, bir şey bilmiyordum...

Ara sıra, adres sormaya giren biri, çalan telefon, öğle yemeğine gidip gelen diğer memurlar, her şey olması gerektiği gibiydi...

Bir tek amirim, biraz garip bir adamdı.
Aslında onun da pek bir şey yaptığı yoktu ama, ne bileyim işte, sağda solda dolaşan böcekleri toplamasına sinir oluyordum... Sıcaktan devamlı açık bıraktığımız camlardan içeri bir böcek girmesin ya da bahçede otların arasında iri bir tane bulmasın. Böceği eline alıp havaya kaldırarak, gözlerini kısıp, iyice evririr çevirir, bir an düşündükten sonra da, ya "Aslanım benim, be!..." diyerek zavallı böceği yanında taşıdığı küçük kavanoza koyar, ya da dudaklarını bükerek "Eğitim zaiyatı" der, kaldırır hayvanı otlara, aldığı yere fırlatırdı...

Yine böyle sıradan bir günün başlangıcında, masama daha yeni oturmuştum ki
İçeri giren amirimin " Haydi toparlan, seni de vazifeye götürüyorum" demesiyle, heyecana kapılıp telaşlandım. Kolay mı? İlk işim, ilk tecrübem olacaktı...
Hevesle hemen botlarımı parlattım, üstüme şöyle bir çeki düzen verip, yanıma alacaklarımı düşünmeye başladım.
Yanımdan geçen bir iş arkadaşım, diğer masada dosyaları istifleyene hafifçe gülümseyip, "Bu gece savaş var, savaş..." diyerek odadan çıktı... Masada oturana "Ne savaşı?" diye merakla sordum, o da bana anlamsızca "Napolyonu biliyor musun? İşte onunki gibi savaşlar" dedi... Ne demek istediğini anlayamamıştım. Hiç olmadığı kadar çabuk bir şekilde, ayaküstü kahvaltımı yapıp, amirime hazır olduğumu, başka bir ihtiyacımız olup olmadığını sordum. "Jeep'e benzin koy, ben geliyorum, zaten küçük bir hırsızlık olayı, bir gecede çözer, geliriz." dedi.

Çok şanslıyım, daha buraya atanalı bir ay olmadan, ilk vazifem bir hırsızlık olayını çözmek olacak. Sorulmadan çıkartıp, amirime "Nasıl da akıl etmiş, aferin, adam olacak bu çocuk." dedirtebilmek için, fotoğraf makinesi, telsiz, el feneri, yedek pil, daktilo ve boş dosya kağıtları gibi, ne varsa toplayıp arabanın arka koltuğuna yerleştirdim. Amirim kapıda göründüğü anda arabaya atlayıp, motoru çalıştırdım... Henüz beş on dakika olmuştu ki, elindeki, küçük çanta benzeri, kilitli siyah kutuyu arka koltuğun üzerine koyarken, benim yanıma aldıklarıma şöyle üstten bir baktı...

"Bunlar da ne?"
"Lazım olur diye düşündüm efendim."
"Ne yapacaksın bu kadar şeyi? Toplu katliam olayı çözmeye gitmiyoruz, altı üstü basit bir hırsızlık olayı."
"İsterseniz, dönüp bırakayım efendim."
"Yok, yok bu kadar yoldan sonra geri dönülmez, bir tek, sen benim kutuya dikkat et de bir şey olmasın."

Asilik edip de, kafası ezilememiş, iki üç kaya parçasını saymazsak, toz toprak içindeki yol, önümüzde dümdüz uzanıyordu. Ara sıra, aynadan arkaya baktıkça, Jeep'le geçtiğimiz yolda bıraktığımız toz bulutundan başka birşey görünmüyordu... Yarım saat böyle yol almıştık ki, amirim "Şurada dinlenelim biraz" dedi ve yol kenarındaki büyükçe bir ağacın yanında mola verdik... Kendi kutusu hariç, arka koltuktaki her şeyi, itip arabanın içine yuvarladıktan sonra, boşalan yere uzanıp, ayaklarını camdan dışarı çıkarttı... Kırmızı şeritli kasketini gözlerinin üzerine çekerken, bana da "Bir saat kadar dinlenip, devam ederiz. Sen de keyfine bak" dedi... Kahvaltının üstüne bir türlü içemediğim ve hep aklımda olan günün ilk sigarasını yakıp, ağacın altına uzanmıştım ki beni çağırdı...

"Sen Napolyonu bilir misin?"
"Bilirim efendim."
"İyi, iyi, çok güzel. Git sen de dinlen biraz..."
Dedim ya garip bir adamdı...
Bu Napolyon meselesi, savaşlar, aklım karıştı ama, yine de bir anlam veremedim. Ağacın altına gidip oturdum, az önce aceleyle söndürdüğüm, bütün sigarayı yerden alıp, ucunu kopardıktan sonra tekrar yaktım... Vakit geldi, yine yola koyulduk, amirimin "Şuradan sap, buradan gir..." direktifleriyle, kendimizi bir saat içinde köyün girişindeki tepenin üstünde bulduk.
Amirimin işaretiyle durdum ve arabadan indik...
Bana kalsa, haritaya göre normal yoldan giderek, an az bir saat kaybederdim. Şimdi, yoldaki bir saatlik molada, vakit kaybetmemizi düşünmemin, ne kadar yersiz olduğunu görüyordum, ne de olsa yılların tecrübesi başka oluyor...

Tam karşımızdaki tepelerde, yer yer gümüş gibi parlayan dere, ormanın içinden aşağıya doğru akarken, kıvrıla kıvrıla geçtiği köyü ikiye bölüyordu. Gördüğüm manzara karşısında, tepemizdeki güneşin etkisi azalmış gibi, içimi tarif edemediğim bir serinlik sardı, en fazla beş-on dakika sonra, su kenarında serin bir yerde olacağımızdan emindim...

"Çok güzel bir köy, değil mi?"
"Güzelliği batsın... Buraya kadar boşuna getirttiler bizi. Bir türlü, kendi işlerini, kendileri halletmeyi beceremediler. Tabii, bir sakatlık çıkıpta, düşman olmak istemiyorlar birbirleriyle, nasıl olsa biz varız ya... Millet bize düşman olsun onlar rahat rahat gezsin, oh ne güzel iş..."
"Niye bize düşman olsunlar efendim? Biz görevimizi yerine getiriyoruz"
"Bilmezsin sen bunları, bir haltlar karıştırmaya görsünler... Suçlu olsalar bile kendilerini haklı görürler, yaptıklarını ortaya çıkardı diye, işlerini bozana düşman kesilirler... Buna karşı, benim de kendime göre yöntemlerim var tabii..."

Yamuk yumuk, dar yollardan, ustalıkla, beş dakikada aşağıya inip, köyün ortasındaki meydana ulaştık. Arabanın sesini duyanlar meydana toplandı, içlerinden, amirimi önceden tanıdığı belli olan, yaşlı biri yanımıza geldi...

"Buyurun efendim, buyurun, şöyle masaya geçin..." diyerek, yakındaki bir evin bahçesindeki gölgeliğe, sanki bizim için kurulmuş gibi duran masayı göstererek ekledi "...yoldan geldiniz, size bir yorgunluk kahvesi yaptırayım."

Kahveler gelene kadar, yaşlı adam olanı biteni bir çırpıda anlattı...
Yaşlı bir kadının, oğlunu evlendirmek için biriktirdiği başlık parası, kendisinin evde olmadığı bir sırada çalınmıştı... Bahsedilen para da, az-buz bir şey değildi... Bu kadar yüklü başlık parası istendiğini duyunca, geldiğimizden beri, hiç etrafta görünmeyen bu köyün kızlarını ben de merak ettim...

"Efendim daktiloyu getireyim mi?"
"Yok, yok... Ne daktilosu, ben demeden sen hiç bir şeye karışma"
Yaşlı adam atıldı "Getireyim mi kendini?"
"İstemez. Anlattıkların yeter."

Yaşlı adamın, yanındakilerden birine, kafasını kaldırıp, gözünle küçük bir işaret vermesi yetti, işareti alan genç , koşa koşa yanımızdan ayrıldı...
Bizimkiler başka şeylerden konuşmaya başladılar.

"Misafirhaneniz aynı yerde mi?"
"Evet, ama bu yıl bir yeniledik sorma, pırıl pırıl yeni boyalar mı dersin, cilalı taş kaplama yerler mi?... Al gelini koy içeri..."

Yaşlı adam, yine bir işaret çaktı. Anladığım kadarıyla, misafirhaneyi açıp hazırlamak için, bu sefer de iki kişi, koşa koşa işaret edilen tarafa doğru gitti.

Yaşlı adam, kafasını kaldırıp, yanımızda kalan dört-beş kişiyi öyle bir süzdü ki; etrafımızdaki herkes, yapacak işleri olduğunu söyleyerek, izin isteyip, bizi yalnız bıraktılar...

Amirim, yaşlı adama daha da sokularak, duyulmasından korkar gibi fısıltılı bir sesle sordu, "Yapanı biliyor musun?"

"Bilseydim keşke, ne gezer... Bu sefer hiçbir şey duyan, gören yok..."
"Olsun, sen bana bırak, yarın bu vakte kalmaz bulur, çıkarırım...Yalnız sen, biz misafirhaneye yerleştikten bir saat sonra, köyün en güçlü, kuvvetli yiğidi kimse, arkamızdan, onu bul gönder... Anlaştık mı?"
"Saati saatine bekle, tamamdır... Yeter ki bu olayı çöz, köy yerinde zanla yaşamıyalım. Daha haftası dolmadan, herkes birbirine bakıp yere tükürmeye başladı bile..."
"Sen işi oldu bil..."

Amirim bu kadar kesin konuşuyorsa, elbette bir bildiği vardı, az çok ben de anlıyordum ama, onun gibi olmak için daha on fırın ekmek yemem gerekiyordu. Biliyordum ki birazdan çevrede keşfe çıkacağız, tek tek köylüyle konuşup notlar alacağız, şüphelendiklerimizin ifadesini alıp, fotoğraflar çekeceğiz... Bütün bu uzun ve incelikli işler, böyle tecrübeli kimseler için oldukça alışıldık ve sıradan şeyler olmalıydı. Yoksa, bir haftadan önce, soruşturması bile bitirilemeyecek bir işi, "Bir gün." diye kestirip atmak, herkesin harcı değildi.

Yaşlı adamın tarifleriyle, misafirhaneye geldik. Kilitler kapılar, cam çerçeve açılıpta yerleşince, amirimi orada bırakarak, rehberimizi meydana geri getirdim. Döndüğümde, yaşlı adamı bekleyenlerin verdiği, tepsi dolusu yemekleri dökmeden getirebilmenin gururuyla, amirime seslendim...

"Amirim, buyurun sofra hazır...Hem de en âlâsından yemeklerle..."
Yemeklerimizi yedik. Misafirhanenin mutfağındaki çaydanlığa su koyup , sigaramı yakarak bahçeye çıktım...

"Bak, adamımız geliyor."
"Şu köyün en güçlü delikanlısı mı?"
"Evet, aynı zamanda o bizim kahramanımız da olacak"
"Nasıl yani?"
"Bekle ve gör, bu olayın, meslek anlayışında bir dönüm noktası olacağını göreceksin...Sen hiçbir şeye karışma sadece izle..."
"Emredersiniz!"

Ben gidip çayı demleyinceye kadar, genç yukarıya gelip, amirimin karşısına oturmuştu bile. Uzaktan pek anlaşılmasa da, yanımıza gelince kesin emin oldum. Bu gencin İri yarı haline bakarak, gerçekten de köyün en kuvvetli adamı olduğunu söyleyebilirdim. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra genç adam sordu;
"Beni niye çağırttığınızı anlayamadım, ama bir yardımım dokunacaksa seve seve...
"Evet, şimdi işimize bakmanın sırası geldi... Ben pek lafı uzatmasını sevmem... Aşağıda, bütün köyün gözü önünde kelepçe takılması, senin gibi herkes tarafından sevilen biri için yakışık almaz diye düşündüm."

Adam ayağa kalktı. Şaşkınlıkla, bir amirime, bir bana bakıyordu...
"Ne yapmışımki ben?"
"Şu başlık parası çalınan yaşlı kadını, ne kadardır gözlüyorsun?
"Kim ben mi?"
"Sen tabii, başka kim olacak?... Görenler var..."
"İftira amirim, iftira. İstediğinize sorun, ben öyle şey yapmam."
"Yapacak bir şey yok, en az on seneden başlar."
"Ama ben yapmadım ki."
"Mahkemede anlatırsın artık bunları, ben bilmem... Bir iki senede hemen gelir dosyan, mahkemeye çıkarsın, anlatırsın, inanırlarsa, sütten çıkmış ak kaşık gibi dönersin köyüne..."
"Ama... Ama... Ya o zamana kadar yattığım,çektiğim..."
"Orasına ben karışmam dedim ya, derdini onlara anlatırsın, ne de olsa biz de elçi sayılırız, görevimizi yapar aradan çekiliriz, gerisini onlar halleder..."

Genç adam iki göz iki çeşme ağlıyor, amirime kendisinin yapmadığını söyleyerek bırakılması için yalvarıyordu... Meslekte tecrübem az olsa da hayatta çoktu, o anda bu işi, bu adamın yapmadığına kalıbımı basardım...

"Bu kadar eminsen ne ağlayıp sızlanıyorsun, bir iki sene yatar, suçsuzluğun ispat olununca da çıkarsın... Geç bakalım şöyle, şu ağacın arkasına, sarıl bakalım iyice ağaca, hah şöyle... Ver bakayım ellerini...." Amirim bana göre suçsuz olan bu adamı ağaca kelepçeledi, adam ağlayıp sızlıyor, yalvarıp yakarıyordu, amirim ise hiç oralı olmadan bana dönüp
"Koy bakalım şu çayları da, içelim..." diyince, ağaca kelepçeli genç adam yavaş yavaş umutsuzluğa gömülür gibi eğildi, eğildi, bacaklarını açıp ağacın etrafına dolayarak, yere çöktü... Bu oyuna nasıl geldiğini, nasıl kurtulacağını düşünüyordu...

Adam, bir kaç kez, yeniden konuşup kendini savunmaya kalksa bile, amirim hiç oralı olmuyor, lafını kesip, onunla ilgisi olmayan, köyle ilgili, başka şeyler soruyordu...

Sonra amirim genç adama yaklaşıp, "Senin kadar ısrar edenini görmemiştim, esastan da masum gibi görünüyorsun... Hani kanım kaynamadı desem yalan olur, böyle birinin hırsızlık yapacağı benim de aklıma yatmıyor ama..." diyince, genç adam yarasına tuz basılmış gibi birden toparlanıp ayağa kalktı, kendine göre, en baştan, olanı biteni, hergün yaptığı sıradan işleri anlatmaya başladı...

"Tamam, tamam." dedi amirim, "...sana bir fırsat vereceğim, yarın öğlene kadar gerçek suçluyu bulup getireceksin bu senin tek kurtuluşun...Çöz şunu."

Gittim, açtım adamın kelepçelerini... Önce her kelepçesi çıkartılanın yaptığı gibi kelepçelerin izlerini silmek istercesine, bileklerini ovuşturdu, sonrada gelip amirimin elini öpmek için eline sarıldı, amirim istemiyormuş gibi yaptıysa da sonra razı gelip elini verdi... Adam binbir dua, teşekkür arasında, arkasına bakıp başıyla selam vere vere, geldiği yolda kayboldu. Amirim kendi kendine ancak benim duyabileceğim bir sesle "Haydi oğlum! Göreyim seni." dedi.

Yaklaşık iki saat süren, bu tiyatro karşısında, kimi zaman lafa karışmamak için kendimi zor tutmuştum. Amirim "Sakın sen karışma" diye emir vermese, çoktan bu adamı orada savunmaya başlayacaktım... Adamın iyice uzaklaştığından emin olunca "Amirim, bence bu adam yapmamış" dedim.

Amirim de "Biliyorum..." diyerek içeri, eve girdi...
Bende hemen arkasından içeri girdim...

"Nasıl yani? Suçsuz olduğunu en baştan beri biliyordunuz da, niye böyle yaptınız?"
"Bütün köye, böyle yapsak daha mı iyiydi?"

Yavaş yavaş, neyin ne olduğunu anlamaya başlamıştım, yalnız aklıma birşey takıldı... "Amirim, ya bu çocuk esas suçluyu bulup getiremezse?"

"Hiç şaşmaz..."
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?"
"Napolyon 'İnsanları harekete geçiren iki şey vardır, menfaat ve korku' demiş. Bu her zaman kulağına küpe olsun."

Biraz daha bu konu üzerinde konuştuk. Bana, nerede, nasıl davranmam gerektiğine dair bilgiler veriyor, bu işin okulda öğretilenlerden ibaret olmadığını, meslek içinde elde edilecek tecrübelerden, asla vazgeçilemeyeceğini anlatıyordu... Hava kararmak üzereyken, kapı çaldı. Gelen elinde taşıdığı yemek tepsisi yüzünden, ter içinde kalmış bir köylü çocuğuydu... Tepsiyi alıp, teşekkür ettikten sonra, gidip dışarıyı son kez kontrol ettim. Amirime Jeep'ten bir şey isteyip, istemediğini sordum, sadece kilitli kutuyu getirmemin yeterli olacağını söyledi... Kutuyu getirip, kapıyı kilitledim. Yemeğimizi yemeye başladık. Yemeklerimiz bitmek üzereyken, cebinden çıkarttığı küçük anahtarla, kutunun kilidini açtı ve kapağı araladı. Kutu kendisine doğru durduğu için, ben içindekileri göremiyordum. Sofrayı toplamaya başladım...Kutunun kapağını tekrar kapadı. İşimin bittiğini görünce de,
"Gel bakalım, seninle bir savaş yapalım." dedi.
"Savaş mı?"
"Savaş ya, ne sandın." diyerek, kutunun kapağını sonuna kadar açtı...

Daha önce, böyle birşeyi hiç görmemiştim. Kadife kaplı kutunun içinde, birbirlerine yapışık gibi yanyana dizilmiş, on tane minik asker, yirmi kadar, kağıda düzgünce saplanmış toplu iğne, iki tane, birşeyler içmeye yarayan, bildiğimiz plastik kamışlardan, bir tebeşir, bir UHU ve bir de bugüne kadar bir kaç kez gördüğüm, şu böcekleri topladığı kavanoz vardı... Bakışlarımdan bir şey anlamadığımı düşünüyor olacaktı ki "Gel de anlatayım." dedi.

Bir yandan bana anlatıyor, bir yandan da anlattıklarını tek tek uygulayarak gösteriyordu...
"Bak şimdi. Bu askerler, yarısı senin, yarısı benim... Masaya tebeşirle büyük bir daire çizeriz... Sonra daireyi ikiye böleriz... Bir kamış sana, bir kamış bana, on iğne sana , on iğne bana... Sonra bu kavanozdan bir böcek alırız ve askerlerden birini UHU'yla üstüne yapıştırırız" Böcekleri hiç iğrenmeden tek tek tutup, bütün minik askerleri sırayla üzerlerine yapıştırdı. Askerlerden kendine ait olanları kendi tarafına, benimkileri de benim tarafıma, dairenin içine yerleştirdi... En sonunda da, nasıl yapılacağını gösteren bir el işaretiyle, kendisine bakmamı isteyerek, ağzına aldığı toplu iğneleri kamışın içinden üfledi...İğne plastik askere saplandı...
Kendimi tutamadım...
"Tam isabet!"
"Kimin tarafına düşman askeri geçerse, o mağlup olur, ona göre..."
Böcekçikler, ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi, sırtlarındaki askerlerle karşı cepheye doğru koşuyor, çizgiyi geçemeden, üzerindeki asker vurulduğu için, düşen askerin ağırlığıyla yana yatıp, oldukları yerde debeleniyorlardı... Bu, hem saçma, hem insanı irkilten oyun, bir süre sonra bana da eğlenceli gelmeye başlamıştı... Belkide sabaha kadar oynayacağımız bu savaş oyunu, telef olan böcekler yüzünden, ancak bir iki saat kadar sürdü...
Amirim, oyuncaklarını kaybetmekten korkan çocuklar gibi, dikkatli bir şekilde, herşeyi toplayıp, kutusundaki yerlerine kaldırdı...
Sonra, bana doğru döndü, "Napolyon, 'Savaş, anarşinin panzehiridir...' diye, boşuna dememiş, başı boş bıraksaydık, şimdiye kadar çoktan bunlar birbirini yemişlerdi..."
Şimdi, diğerlerinin niye, ikide bir savaştan, Napolyondan, gülerek bahsettiklerini anlıyordum. Demek ki onlar da, daha önceden, bütün bu olanları, başka bir kasaba ya da köyde yaşamışlardı... Yataklarımızı yapıp yattık, uzun bir süre bunları düşündüm, rüyamda sabaha kadar, at üzerinde savaşıp durdum...
Sabah, kapının gümbür gümbür çalmasıyla yerimizden fırladık. Hemen koşup kapıyı açtım. Dün bıraktığımız genç çocuk.
Gömleği, yediği dayaktan kan lekeleriyle dolu başka bir genci, kolundan sıkıca kavramış, bize bakarken, "İt oğlu it, kendi anasının paralarını çalıp kumarda yemiş. Bir de, kızda gönlü yokmuş da, anası zorla evlendirmesin diye yapmış..." diyerek, kolundan tuttuğu diğeriyle birlikte dizlerinin üstüne düştü...

Tarkan İkizler


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.287 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


MOTETT

Uzaklara dalıp gittiğim, bir bahar günüydü.
Karşımda erik ağacı vardı,
Salkım saçak dağıtmış yapraklarını
Dört bir tarafa.
Bir genç kızın saçlarını dağıttığı gibi.
Özgürce, bir o kadar da hoyratça.
Birde baktım ki, ispinoz kuşu,
Ya da ona benzer bir şey geldi,
Benim yeşil ağacıma,
Islak kanatları ile.
Benim düş sokağım da canlanıverdi birden.
Bir çocuğun, annesini görme çırpınışları ile.
Bach da severdi, ispinoz kuşunu,
Diye geçirdim aklımdan.
Bir gün, bu neşeli kuşları görünce,
Motet'ine ekleyivermişti.
Notalar savrulmuştu ardından,
Dört bir tarafa.
Uçtular kuşlar gibi,
Koro halinde, bir dev oldular,
Gökyüzünde, bulutlarda buluştular,
Sonsuzlukta buluştular,
Gülen suratları ile.
Tanrıya şükranlarını sundular.

Neslihan Güzel

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #9



  Çözüm: Sudoku #8
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Serdar Kıcıklar

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Macaristan'dan bir sanat sitesi.. 1100-1850 yılları arasında yaşamış büyük ressamların eserlerini klasik müzik eşliğinde bulacaksınız. Harika bir müze! 14.500 kadar eser yer alıyor. Rehber esliginde turlar da var.. www.wga.hu

Yılbaşında 25 bin adet lambayla evini süsleyip, Trans-Syberian Orchestra'nın "Wizard in Winter" şarkısına senkronlayan bir mühendisin harika çalışması. Mutlaka sesli izleyin.http://media.putfile.com/Wizards-of-Winter-Christmas-Lights

Diyelim ki İstanbul dışındasınız veya farklı tiyatro alternatifleri arıyorsunuz. Öyleyse size Devlet tiyatrolarının hem oyunları takip edebileceğiniz, hem de online bilet alabileceğiniz http://www.devtiyatro.gov.tr web sayfasını tavsiye ediyorum.

Tabi ki bir de tiyatro meraklılarının arşivlerinde bulunması gereken bir web sayfası http://www.tiyatrokeyfi.com Popüler oyun tiradlarını bulacağınız tiradlar kısmını meraklılarına tavsiye ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Spy Sweeper 4.7.9 [8,52 MB] W9x/2k/XP Deneme - 29.95$
http://www.webroot.com/consumer/products/spysweeper/latestv.html
Eğer salim kafayla internette dolaşmak, girdiğiniz sitelerin sizi taciz etmesini önlemek istiyorsanız mutlaka bu programdan edinin. Denediğim pek çok programdan sonra bunda karar kıldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Deneme sürümünü kullandıktan sonra paraya kıyıp tam sürümünü satın almanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Haydi iyi traşlarr:-))

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060301.asp
ISSN: 1303-8923
1 Mart 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com