Gelin bu projeye destek olun



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 935

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 7 Mart 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : İki dirhem bir çekirdek!..


Merhabalar,

Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp diye boşuna dememişler. Keçiboynuzunu severdim şimdi daha çok sever oldum. Meğer ne işlere yararmış o kara kuru şey. Penguenlerin uyumsuzu atmış mesajı. Bu bilgiyi sizlerle paylaşayım istedim ama yazarı belli olmayan yazıyı adetim olduğu üzere şöyle bir araştırdım. İmzasız yayınlanan birkaç bloga eriştikten sonra gene imzasız olarak yayılacağını düşünerek izini sürdüm ve sonunda buldum. Yazı sevgili Zülfü Livaneli'nin. 19 Ekim 1997'de Milliyet gazetesinde yayınlanmış. Ama belli ki zamana yenilmiş, altından imzası silinmiş. Bir bilgi notu olarakta değerlendirilebileceği için sanırım kimse yazarını önemsememiş. Şimdi gelin o yazının bir bölümünü birlikte okuyalım.

" KEÇİBOYNUZUNUN Yunanca adı keration. İngilizcede carob, Arapçada ise kırrat.
Keçiboynuzu tohumu yüzyıllar boyunca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar keçiboynuzu tohumu ile tartılarak satılmış.
Bu yüzden keçiboynuzu, kırat ya da karat denilen ölçüye adını vermiş.
* * *
PROFESÖR Dr. Aydın Akkaya şöyle yazıyor: "Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişmeyen bir tohumdur... Bütün tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir. Bu hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alması olasılığının çok az ve çok uzun zamana bağlı olduğu içindir.
Bu nedenle Araplar, Selçuklular ve Osmanlı döneminde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır... dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem değişmekle birlikte 3 gr. ağırlığı temsil etmektedir... Satıcı iki dirhemlik bir şey satarken (8 çekirdek) lütfedip 1 çekirdek fazla tartarsa bu, malı alan kişinin itibarını gösterir.
Olağandan fazla giyinen, süslenen vb. kişilere de "İki dirhem bir çekirdek" denmesi bundan kaynaklanmaktadır."

* * *
Gördüğünüz gibi çekirdek (keçiboynuzu çekirdeği) özelliklerinden dolayı bütün kültürlerde elmasın değişmez ölçüsü olarak kullanılmış, bu ölçüye adını vermiş ve deyimlere yerleşmiş."


Siz biliyor muydunuz? Vallahi ben yeni öğrendim. Yazandan da gönderenden de Allah razı olsun.

Gelin bugün oynak bir arap ezgisiyle fıkır fıkır başlayalım güne. Orta Doğu'lu babadan olma, İngiliz anneden doğma, Belçika doğumlu güzel şarkıcı Natacha Atlas söylüyor, Leysh Nat'arak. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir


BİRİ ÖTEKİNDEN FIŞKIRMIŞ İKİ TOZ ZERRESİYDİK…

(…durmadan kurulup dağılan şu alemde biri ötekinden fışkırmış iki toz zerresiydik.)

Darmadağınık üstelikte başına buyruk yaşanmış gidişlerinin vebalini ben ödüyormuşum meğer. Hep dağıldığında kurmaya niyetli olduğum kararlı tavrım yüzünden aşk demişim bu oyuna. Bir saplantı gibi, bahar ayları tükenmez polen kaşıntısı boğazımdaki. Bazen ne yapsan da olmuyor. Silinen, temizlenen her ahşapta illaki yan yana kalmalıydık .önce sen biraz dolanacaktın tülün, koltukların halının etrafında. Sonra gelip konacaktın yeniden kapının yanı başında duran yeşil formika masaya. İki toz zerresiydik. İllaki yan yana olmak zorundaydık. Ben usulca yanına ilişecektim. Temizlenilmiş sanılan bayram odalarını hiç terk etmeyecektik. Çünkü, biz biri ötekinden fışkırmış iki toz zerresiydik. Güneş inatla silin diyordu bazen . direniyorduk. Ekvatoral bölgelerin alçak alanlarında Kongo havzası dahil seni düşünüyorum. Hijyenik aşk kırıntılarında sevdasızlıkları, yalanları birbirinden fışkırmış iki takıntılı aşıktık nasıl olsa. Nil nehrinde mısır yiyerek yıkanabilmek kimin aklında? Onca gerekli unsur arasında kinaye telaşlı sabahlar. İki amaçsız toz zerresi. Akan suda değil iki; on kez yıkanılabileceğine inanmış, bunu uygulamış, onaylamış iki alem. Palmiye ağaçlarına yeşilden çok siyahı yakıştırmış. O büyülü büyüklüğe daha iyi duracak siyah inancıyla yaklaşmış. Ve birbirinden fışkıran iki toz zerresi kalabildiklerinde palmiyeleri yeşil değilde siyaha boyamaya inanmış, inandırmış bir vesile.yamalı, keşifsiz keşfedilmiş iki zerre. Birbirine telaşsız sahip çıkma yetisi. Dolansız oyunlarda hep körebe. Nadas dinlenmek değildi. Bir ekşi koku olsa olsa. Dibi tutmuş, biraz yanığa çalan. Birbirinden fışkırmış iki toz zerresiydik.sadece kelimeler dolusu tevekkül inancıyla yanıp tutuşan. Tutuşturdular durmadan dağılıp kurulan alemde zaten bir alem olan aşkımızı. Biz yandık. Meçhul olduk. Zaten tozduk birbirinden fışkırmış. Tutuşturdular acılarımızı. Biz yandık. Birbirimizin enzim miktarında ayrıştık. Zerreydik. Tutuşturdular. Toz olduk…

Sarahatun Demir


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,338,338,338,338,338,338,338,33
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Semih Bulgur

  Kahveci : Semih Bulgur


   Eğer Hayattan Sıkıldıysan

Çağımızın hastalığı nedir, AIDS mi, Kanser mi, kuş gribi mi? Hayır, bence bunların hiçbiri değil. Çağımızın hastalığı yalnızlık, stres ve can sıkıntısıdır.

Örneğin, hep kazan, hep çalış, çok çalış daha çok çalış, zayıf halka olursan yok olursun, hep daha önde olmalısın, arkada kalanları kurtlar kapar, zihniyeti üzerimizden gözlerini hiç ayırmaz. Bu baskıların altında çok çalışıp çok kazanırız ve kendimize yeter hale geliriz. Bu seferde çıtalar yükselir, hiç bir şeyden tatmin olmaz ve hiç bir şeyi beğenmez oluruz. Sonuç olarak ta yalnız ve güvensiz bir hayat yaşamaya mahkum kalırız.

Tabi kazanılan parların getirdiği kaybetme korkusu, beklentilerin artmasıyla daha çok kazanma hırsı ve beraberinde uzun mesai saatleri ve ağır çalışma ortamı….. Bunların yanında kendini sizi ezerek tatmin eden patron veya müdürünüz varsa, bir de beraber çalıştığınız insanlar kuyu kazar, laf taşır, çamur atarsa alın size stres kaynakları.

Böyle yoğun bir tempoda can sıkıntısı olur mu? Olur. Yoğun tempoya alışan vücut ve zihin, ufak bir tatilde veya hafta sonu, hemen o yoğun ve stresli tempoyu arar. Zaman geçmek bilmez, birde yalnız iseniz, gönlünüz boş sığınacak bir limanınız da yok ise can sıkıntısı illeti her tarafınızı sarar.

Ama ben bu hastalıklara bir çare olduğuna inanıyorum.

Eğer hayattan sıkıldıysan, her gün aynı her şey aynı diyorsan, televizyonda aynı yüzler, kafamda aynı düşünceler, endişeler, okulum aynı, işim aynı, eşim aynı, annem aynı, kızım aynı, kendim aynı diyorsan, bitmesi için başlanan ilişkiler yaşıyorsan, insanlar riyakar, düzenbaz ve menfaatçı diyorsan, stres, yalnızlık ve can sıkıntısı çekiyorsan…

Hemen her şeyi bir tarafa bırakın, ceketinizi giyin ve dışarı çıkın. Bildiğiniz en yakın devlet hastanesinin veya işlek bir hastanenin acil servisine gidin. Kapısından girip hastane kokusunu alın ve genellikle duvar kenarında olan sandalyelerden birine oturup, olup biteni seyretmeye başlayın.

Orada, tansiyonu inmiş, çıkmış nineleri göreceksiniz, kan içinde sedyeler geçecek yanınızdan, kolu bacağı kırılmış, kaşı gözü patlamış insanlar, inleyen ağlayan sızlayan hastalar, feryat eden yakınlar, yorulmuş doktorlar her tarafı kan içinde hemşireler, hasta bakıcılar göreceksin.

Acı dolu gözler, bir saniye daha yaşamak isteyen bakışlar göreceksin, ağlayan bebekler, kahır olan anneler göreceksin.

Bunları gördükten sonra oradan çıkın ve evinize gidin. Biraz oturup düşünün ve hayatınıza yeniden başlayın. Ben denedim ve her seferinde hayata yeniden başladım.

Semih Bulgur
www.semihbulgur.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Erhan Tığlı

 GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


  BULUNAMAYAN İNSANLIK

Bir türküde, "İndim dereye, taş bulamadım / Gönlüme göre eş bulamadım" deniliyor. Eş yerine iş, aş da diyebiliriz. Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bu devirde zalime atmak için taş da yok. Lokantalarda, çarşı ve pazarda sağlıklı yiyecek bulmak o kadar zor ki... Yani eş bulmakla bitmiyor iş. İyilik, güzellik azaldı ama çevre kirliliği, gürültü, anarşi, terör bol miktarda var. Yaşamak pahalı, ölmek ucuz. Üstelik kötülüğe, çirkinliğe alıştık, göz yumarak, aldırmayarak daha da çoğalmaları için var gücümüzle çalıştık... "Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? (...) Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. (...) O, kara toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir." diyen Yakup Kadri ne kadar da haklı. Kendimi bir "Yaban" gibi hissediyorum ve sözde okur-yazar ama kitap okumayan, mektup bile yazmayan kişilerin kirli sokaklarında bir yabancı gibi dolaşıyorum.

Magandalar birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar, yedikleri yiyeceklerin artıklarını yerlere fırlatıyorlar, itişip kakışarak gelip geçenleri rahatsız ediyorlar ama kimse ses çıkar(a)mıyor, üstelik aman başım belaya girmesin, bana bulaşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar, diye oradan hızla uzaklaşıyor herkes. İsmet İnönü'nün, "Namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar" sözü geliyor aklıma. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dersek yüz bulur, astar ister böyleleri. Susma, sustukça sıra sana gelecek. Bu tür kişiler çoğalacak, rahat, huzur elden gidecek" diyorum ama kimse oralı olmuyor.

Aklıma bir Bektaşi fıkrası geliyor: Kibar bir gence bir arkadaşı eşek demiş. Şimdiye dek böyle bir hakarete uğramayan genç bunu hazmedememiş, düşüp bayılmış, bir türlü ayıltamamışlar. O sırada oradan geçmekte olan bir Bektaşi durumu öğrenmiş, gencin kulağına eğilip bir şeyler söylemiş. Geç bir süre sonra ayılmış, gülerek çekip gitmiş. Oradakiler bunu nasıl yaptığını sormuşlar. Bektaşi gülerek, "Çok kolay, demiş. Genç daha önce kendisine eşek denilmediği için, bu söz çok ağırına gitmiş ama ben kulağına kırk kere eşek deyince alıştı, hiç yadırgamadı."

Azalan insancıllığa, çoğalan hayvanlığa bakıyorum da, fıkradaki genç gibi olmak üzereyiz diye düşünüyorum ve Nabi'nin bir beytini değiştirerek şöyle diyorum:

Bende tepki yok, onda insanlıktan zerre
İki yoktan ne çıkar, düşünelim bir kere.

Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Ömer Davultaş


İMANA GELEN DÖNEK

Enteldi sonra motorseksüel.
Az biraz karttı ama ossun.
Peruğunda briyantin
Mankenlerle ekonomi politik…
Bilmem kaçıncı cumhuriyete de yazıldı.
Bir elinde "Kur'an" diğer elinde "Das Kapital",
İşkembesinde "Tarihin Sonu".

Bu ramazan üç gün oruç tuttu
Emperyalizme karşı.

Fatiha'yı öğrendi,
Arada bir okur asılan fidanlara.

Bayramda şeker de dağıttı
Irak'ta ölen çocuklara…

Enteldi ve dantelliydi donu
Edebiyat medebiyat tas tamam
Az biraz daha vazelinlese delikleri
Nobel dahi alırdı …nelikleri.

Banka tokadında
Goethe geldi.
Paralar Cephisto;
Kurtaracak elbet
Faunustu.

Hesabı sorulur
Kırk Haramilerden.
Kırk yılda
Kırk hâkim,
Kırk yasa,
Kırk af
Değişti.
Kırk satır tuzlama tak tak.
Tuzu koktu işin;
Kılı kırk yardı Adalet Ana'nın terazisi
Ve hiçbir zaman
Ağır çekmedi
Halamın buğday başakları
Amcamın yavşaklıklarından.

Ömer Davultaş


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


6,886,886,886,886,886,886,88
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Temirağa Demir


Uçurtması olmadığından kendi uçardı…

Oyy havarr!!! Bir dağ daha göçtü gözlerimizin ayazından, birçoğunuz haberdar bile olmadınız onun cennet yeşili gözlerinden…

Yaşadıkları alnına mı yazılmıştı yoksa, yaşadıkça kendi mi yazıyordu bilmiyorum. Ama zor iştir baharda ölmek. O bir cemreydi baharı müjdeleyecek ama toprağın derinine düştü biraz.

Öyle küçük öldü ki yaratan bile istemiyordu belki bu cansız bedenini, sela bile okunmadı ardından adı hoparlörde söylenmeye yakışmaz diye, küçücük bir çocuk diye, sizin vurdumduymazlığınız yüzünüze tokat gibi patlamasın diye… yemyeşil gözleri ve sarı saçlarıyla bir rengi belirsiz tiner çekerdi arka sokaklarda… Annesi ve babası (ki bu iki vasıfı onu dünyaya getiren iki insan için kullanmak pek doğru değil) onu sokağa atmışlardı. Henüz sekiz yaşındaydı. Uçurtma uçurup düş büyütmek varken o tineri çekip kendi uçuyordu. Ülkede binlerce tinerci çocuktan sadece biriydi. Herkes korkuyordu onlardan...

Bankamatiklerde poşetlerden yorgan yapıp birbirlerine sarılarak uyurlardı. Hırçındılar. Asiydiler her biri bir başka koku arardı çektikleri maddelerde…

Kimisi annesinin kimisi babasının kimisi sevgilisinin kimisi kimisinin…

Sokak çocuğuydu…

Yeşil gözleri ve sarı saçlarıyla eline hiçte yakışmayan ve rengi belli olmayan maddelerden içerdi. Uçurtması olmadığı için kendi uçardı…

Gözlerindeki ışığa kimse bakmıyordu. Hep bir adım ötede kaçıştınız onlardan siz kaçtıkça onlar daha çok üstünüze geldiler. Hiç biriniz yardım elinizi uzatmadınız…

Saçlarını okşayan biri bulunsa ellerindeki her şeyi bırakıp size koşacaktılar belki, ama siz ittiniz…

Henüz çok küçüktü sarı saçları ve yeşil gözleri ile, hiç umulmadık bir gecenin umulmadık bir yerinde geldi Azrail…

Elinden tuttu ve yaratanın yanına götürdü…

Ezildi. Sarı saçlı, hayat boyu ezildi. Ve ezilerek öldü, gece körlüğünde bir arabanın altında ezilerek…

Arkadaşları hırçınlaştı,giden küçük sarı saçlıya ağladılar. Yüzü gözü saçak içindeydi üstü başı perişandı ama toprağa bu şekilde düşmemeliydi. O bir cemreydi…. Baharı getirecekti ama derinine düştü yer kabuğunun…

Elleri kan içinde yığıldı yol ortasına. Oy havar!!! Şimdi bu yaşadıklarına ne diyelim “kader” deyip vicdanınızı rahatlatmamı beklemeyin…

Henüz sekiz yaşındaydı ölüm öyle tuhaf duruyordu ki üzerinde sela bile okumadılar…

Belediyenin maaşlı çalışanları gömdü toprağa…

Annesiyle babasının adını hiç bilmedi…

Azrail tuttu elinden yaratana götürdü.

Gözyaşları toprağını suladı. Sarı saçları yana düştü hırçın bakışları birden masumlaştı. Yüzünde beklenmedik bir tebessümle öldü…

Vurdumduymazlıklara gülümseyerek…

Cennete gitti. Yeşil gözlerindeki rengin nereden geldiğini öğrenmek için cennete gitti. O bir sokak çocuğuydu ama “çocuktu”…

Ölümü haber değeri bile taşımadı… Birkaç maaşlı belediye çalışan gömdü. Bir imam belli bir ücret karşılığında birkaç dua okudu…

Uğurladık bu dünyadan…

Şimdi sıra hangi tinercide hangi sokak çocuğunda kim bilir…

Hala eli kolu bağlı oturmuş ölmelerini öldürmelerini bekliyoruz…

Bunca psikolog bunca işadamı bunca yönetici bunca hastane ne iş yapar bilmiyorum…

Temirağa Demir


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Murat Tahtacı


Dağınıktı yatak yorgan.

Günlerdir aynı havayı solumak, suyu bulanmış bir akvaryumda yaşayan balıktan farksız kılmıştı bedenimi. Yavaşça doğruldum yattığım yerde, göz gezdirdim. Duvarlardaki islere benzeyen yüzümü aynada yansıyan suretle seçebiliyordum. "Olmamalı". İçimde tarifsiz bir ritimle kulak zarlarıma yankıyordu bu sitem.

Bir atakla fırladım yatağımdan. Kahve kupasının kurumuş kireçten kalıntılarını muslukta parmak uçlarımla temizleyip kana kana su içmek ne de güzelmiş! Yüzüme hızlıca avucumdaki suyu çarpıyordum. Ama dalgalara set mi çekti bu surat? Neden soğuğu hissetmiyordum? Bir daha denedim tüm gücümle. Sanırım varsanımla kavrulan beynimin bir oyunuydu belki de bu.

Dışarıda taarruzu yoğun bir kar vardı (ne de güzeldiler…). Metropol bir kentin ana caddesinde yürüyen insanlara benziyorlardı, birbirlerine değmeden, aldırmadan, belki de bakmadan. Koşuşturmayla geçen hayatta bir kardeleni öldüremezken, koskoca ağacı kurutan her tane, bir insandı dünya üzerinde.

Oda soğuktu. En bariz kanıtı buğulanmamış pencereydi bakakaldığım. Sonra paltoma ilişti gözlerim. Evet yapmalıydım. Ama hayır! Bu evi yalnız bırakamazdım...

Kaptığım gibi attım kendimi sokağa. Üstüme gelişigüzel giydiğim elbiseler ve botlarımın her adımda kaldırıma gömülmesi bir bütündü doğayla aramda. Devirler öncesinden insanoğlu direnmişti doğaya üstünlüğünü kanıtlamak için asırlarca savaşmış, evler yapmıştı. Sonra gökdelenler… Derken uzayın gizine uzatmıştı ellerini. Fakat bir fırtınada yerle bir oldu tüm yapıtları.

(Peki ya ben!) Bense kendi dünyamda bir oyukta yaşıyordum. Neden baktığım gökyüzünde her gün geceyle kaplıydı? Görmek istediğim için miydi? Yoksa gökyüzüyle tasvirlediğim hala ana rahminde sarıldığım boşluk muydu?

Yürüdüm. Saatler sonra bir kafenin önünde yavaşladım istemeden. Buğulu camlarda dışarıya meraklı birinin elleriyle yaptığı netlikten iki suret mıhladı gözlerimi. O! Tanrım! Hayır, lanet olası beynimin bir oyunuydu, inanmamalıydım. Kandırılıyordum…

Tüm bu düşüncelerle, çürütmeye çalıştığım gerçeğe gittikçe yaklaştığımı hissettim. Karşımda yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiye benzer vahametteki kapının kolunu yavaşça aşağı çevirdim. Gittikçe aralanıyor, yüzüme çarpan sıcak hava tenimi gıdıklıyordu sanki.
Ne yapıyorum ben!
Yıllar önce bu yerde tanıştığım ve bir daha hiç göremediğim bir bedene mülteci adımlarımı kontrol edemiyordum.
Ani bir şimşek çaktı gözlerimde. Kırpmadan donakalmış fotoğrafın tasvirinde rüyaya dalmıştım. Bir deniz kenarındaydım. Ne o kafe ne insanlar ne de yüzüme çarpan ılık hava, yoktular!
Ve ben! Hayal dünyamın tutsağı bilincim. Nasırlanmış duygularım. Çözemiyorum burayı, yaşıyor muyum? Belki de hâla o insanlarlayım ve bu rüyadayım… Yoktu ispatı…
Rüzgârda savruluyordu saçlarım. Cebimden çıkarttığım Lark'ımı tutuştuğu anda ciğerlerime hapsettim saniyelerce.
Üç beş damla gözyaşı, yutkundum…
Galiba soluğum daralıyor. Kül tabağı aralıksız sigaralarla sarhoşluğunda.
Hoşça kal mutluluğun ızdırabı. Ben yine gidiyorum… Ölüm nasıl bir duygu bilmiyorum, yazamıyorum.

Ve bu hikâyeyi artık noktalıyorum…

Murat Tahtacı


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.462 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Yalnızlık...

Bu akşam da yalnızım yine yapayalnız..
Tıpkı dün akşam gibi önceki akşam gibi...
Saçma sapan bu dünyada..
Yoksun yine yanımda.

Neden böyle benim dünyam..
Tek başıma sadece ben...
Nerdesin sen sevdiceğim.
Sevenlerinden uzakta mı yaşarsın hep..

Dertlerim düşüncelerim ve hayallerim.
Her zaman yanımdalar benim..
Duygularım ve aşkım ise
Benden çok uzaktalar...

Kaderim bu benim yalnızlık...
Dünyada hep yalnız..
Kalabalıklar içinde tek başıma
Dostsuz bir hayat sürmekteyim
Ama seni delicesine sevmekteyim...

Cem Ataman

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #13



  Çözüm: Sudoku #12
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


 Nilgün Çevik Ebru Sergisi
    Nilgün Çevik Ebru Sergisi .:. 3-16 Mart 2006 Cemal Reşit Rey Konser Salonu Fuayesi

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

San Diego'da bir uzay ve havacılık müzesi var. Nereden mi biliyorum? Tabiki internetten. İnanmazsanız http://www.aerospacemuseum.org/ kısa yoluna tıklayıp siz de görün. Özellikle çocuklara havacılığı sevdirmek için, çocuk sayfası yapmışlar.

Bu da Asian aerospace tarafından hazırlanmış olan web sayfası. Bence bu web sayfasının en hoş kısmı http://www.asianaerospace.com/aircraft_photo_gallery01.asp kısa yolundaki resim galerisi. Gökyüzü sevdalılarına özellikle tavsiye ediyorum.

Ve tabiki Türk Hava Kuvvetlerinin ve Türk halkının gururu Türk Yıldızları http://www.turkyildizlari.hvkk.mil.tr/galeri.html Kısa yolda sizleri resim galerinine yönlendiriyorum. Web sayfalarında ayrıca tarihçeleri, kadroları ve uçuş planlarıyla ilgili bilgilere de ulaşabilirsiniz.

İşte bu da, yerde pilotluk yapanların sitesi http://www.f1turkey.com/ Formula 1 hakkında bilmek istediğiniz ne varsa belki de bütün cevaplar burada. İster Michael Schumacher, ister Niki Lauda , bütün efsane pilotlar ve daha fazlası burada.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


CD to MP3 Freeware 1.3 [1.05 MB] W98/2k/XP FREE
http://www.eusing.com/Download/cdtomp3freeware.exe
CD'den mp3 hazırlamak için hala bir programı olmayan kahveciler için güzel bir seçenek. Kullanımı son derece basit olan bu program mp3'e meraklı herekese tavsiye edilir.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060307.asp
ISSN: 1303-8923
7 Mart 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com