|
|
|
10 Mart 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Problemli bir gece!.. |
Merhabalar,
Çalıştırmak zorunda olduğum bir uygulama nedeniyle yaklaşık 5 saattir bizim sunucuyla güreşiyorum. Sanırım birkaç saatlik daha işim var. O nedenle kusura bakmazsanız sizlere bir merhaba deyip kenara çekileceğim. Tabi pikabımıza güzel bir şarkı koymadan da gitmeyeceğim. Sevgili Mustafa'nın bahsettiği "Tek kurşunluk şöhretler" den olmayan bir usta var bugün sırada. Barry Gibb söylüyor, A Day in the Life. Hepinize güneşli bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan Sakız Sardunya'ma |
|
Balkanlardan kar geliyormuş, ardından da Sibirya soğukları… Dikkatli ol emi. Mart'ın bir yarısı yaz, öteki yarısı kıştır derler. Badem ağaçları gibi aldanma sakın. Uzun zamandır yazamadım ama aklım hep sende. Seni boşladığımı, sana olan ilgimin azaldığını aklına bile getirme. Son zamanlarda bana ne olduğunu bilmiyorum. Hiçbir şeye yetişemiyorum. Aklım kırk yamalı bir bohça gibi. Ne olup bittiğini anlamadan gün akşam oluyor. Her şey yarım yamalak kalıyor. Hiçbir şeye yetişemiyorum. Ama inan bana her an, her saat sen aklımdasın.
Buralar, bizim mahalle, her şey bıraktığın gibi… Arada bir ölen kalan, evlenen, nişanlanan da oluyor elbette. Ama hiçbir şey değişmiyor. Herkes birbirinin dedikodusunun peşinde zamanını geçiriyor. Birkaç hafta önce Bakkal Tahir yetiştirme yurdundan evlatlık aldı. Üç yaşlarında sivri, söbelek kafalı, zıpır bir oğlan. Komşular geldiğinden beri sabiyi konuşuyorlar. Herkes, gerçek anası, babası kimmiş, niye çocuklarını yetiştirme yurduna vermişler? bunu merak ediyor, Bilirsin bizimkiler her şeyin dibine darı ekmeye çak meraklıdırlar. Tahir'in karısı Naciye'yi her fırsatta sorguya çekmekten bir türlü vazgeçmiyorlar. Kadının ziyaretine gidip "Allah anala babalı büyütmek nasip eylesin." demek bahanesiyle meraklarını tatmin etmeye çalışıyorlar.
Yetiştirme yurdundan çocuk alanlara zaten her şeyi anlatmazlarmış. Naciye'nin anlatacak bir şeyi olmadığından belki, bizim sokağın kadınları kendi uyduruk senaryolarını yazıyorlar. Çocukcağız hakkında her gün bir hikâye uydurup anlatıyorlar. Her akşam eve geldiğimde anamdan başka bir melodram dinliyorum. "Ayıptır, günahtır… El kadar yavrucak işte. Bu kadar dile dolamaya değer mi?" deyince de darılıyorlar. Geçenlerde "Ayıptır yahu, insanları rahat bırakın."dedim. Bana sen niye merak etmiyorsun, ne kadar vurdumduymaz birisin, der gibi gücenerek yüzüme baktılar.
Mahalleli senaryolar yazadursun Tahir ile Pakize pek mutlu görünüyorlar. Ufaklık sokağa bir hareket, başka bir canlılık getirdi. Geçen hafta Almancıların Nebahat Kasap Yaşar'ın Timur ile nişanlandı. Yaza düğünleri olacakmış. Almancı Ali söz keserken biraz insafsız davranmış. Kasap Yaşar'ın ciğerini söküp alsa daha iyiydi diyorlar. Listeye sekiz tane burma bilezik, bir tane takı seti, bir tane beşi birlik, on tane de sarı lira yazmışlar. Sadece bu kadarla kalsalar yine iyi… Oturma odası koltuk takımı, yatak odası mobilyaları, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, fırın da yazmışlar. Nişanı kız tarafı yaptı. Düğün de oğlan evine kaldı. Kasap Yaşar'ın ağladığına bakmayın diyorlar. Domuzdan kıl koparmak sevapmış. Onun dededen kalma küp küp altınları, bankalarda çuval dolusu parası varmış. Almancı Ali listeyi uzun tutarak pintiye kesenin ağzını azıcık anca aralatabilmiş. Ben yine de yaz gelince ortalık karışacak, bu düğünde çok cıngar çıkacak diyorum.
Gazcı Şerif'in torunu Cemal'a bir buçuk ay önce sayısaldan tam sekiz yüz elli bin lira çıktı. Çıkarsa çıksın, zenginin parası züğürdün çenesini yorar diyeceksin ama kazın ayağı öyle değil. Sayısal Kuponu Manisa'da bir bayiden çalınmış. Meğer bizimki de kuponu kendi oynamak yerine sokaktaki bir gezici bayiden almış. Sayısalı kuponunu makinesinde oynayan bayi "Kuponlarımı çaldılar, para benim." diyerek polise şikâyet edince işler iyice karıştı. Karakol, mahkeme falan derken en sonunda Cemal haklı çıktı. Yasa gereği kupon kimin elindeyse ikramiye onun sayılıyormuş. Bizimki bir ay uğraştıktan sonra ikramiyeyi almaya hak kazandı. Bu sefer de yok spor kulübü, yok yardım kuruluşları, akrabalar, hısımlar birden oğlanın üzerine üşüşünce aklını oynattı. Paramı elimden alacaklar diye kayıplara karıştı. Kimse nerde olduğunu bilmiyor. Cemal şimdi zengin ama buralarda değil.
Mahallenin istihbarat teşkilatı verilerine göre Kıbrıs'a kaçmış, oraya yerleşecekmiş. Annesi de oğlana darılmış. "Bize Manisa'dan bir ev alacaktı. Yer yarıldı içine girdi. Böyle evladın Allah belasını versin. İki kuruş para görünce anasını bile unuttu. Analık hakkımı helal etmem." diye bütün mahalleliye malzeme oluyormuş.
Kırlı Osman geçen yıl Manisa'ya taşınmıştı. Şimdi kasabadaki bütün bağlarını ve zeytinliklerini satıyor.. Kahvelerin aylardır en önemli gündemlerinden biri de bu. Sende bilirsin bizim buralarda babadan kalma toprakları satmak haysiyetsizlik, şerefsizlik gibi algılanır. Osman aslında iki ayrı gündem. Kasabalının bir kısmı onun ne kadar hayırsız bir evlat olduğunu konuşuyor. Diğer kısmı ise Osman'ın sattığı bağ ve zeytinliklerden bir iki parçayı kelepire getirmenin peşine düşmüş.
Osman Manisa'da kendine ev aldıktan sonra bir de dükkân açmış. Toptan temizlik maddeleri satıyormuş. Kızlarını da özel okula yazdırmış. "Kasabanın dedikodusundan kaçtım başımı dinliyorum. Burada ne karışanım nede görüşenim var. Anca rahata erdim. Bütün toprakları altın olsa o kasabaya bir daha dönmem."diyormuş.
Kasabalılara kalsa kazın ayağı başka… Sözde Osman süslü bir baldırı çıplağa abayı yakmış. Kadın bizim salağın bütün parasını, pulunu yiyormuş. Yarın, öbür gün çırılçıplak soyup bırakıp gider. diyorlar. Hatta bu dedikoduları Osman'ın karısı Cemile'ye bile çıtlatmışlar. Cemile söylenenlere inanmak bir yana dursun söyleyenlere kocasını savunmuş. Yemin billâh etmiş. "Böyle bir şey olsa ben anlamaz mıyım? Yirmi yıldır aynı yastığa baş koyduğum herifi siz benden daha iyi mi bileceksiniz? Yalan bunlar, adamcağızın günahını alıyorsunuz?"bile demiş.
Sakız Sardunyam,
Sana buraların bütün gündemini anlattım ama kendimden söz edecek zaman bulamadım. Görüyorsun işte, mektubum bile etrafımda çalkalanan dedikoduların rengine boyandı. Deli Durmuş'a "Askerliğin nasıl geçti." diye sormuşlar. "Sabah kalkıyodum. Elimi yüzümü yıkayıp yemamı yiyodum. Sıra oluyoduk. Koşuyoduk, yürüyoduk, yemaa geliyoduk. Öğlen yemamı yiyodum. Sonra yine sıra oluyoduk. Yürüyoduk yürüyoduk geliyoduk. Akşam yemamı yiyip yatıyodum."demiş. "E başka, başka bir şey olmadı mı?" demişler. "Yok, hepsi böyleydi." demiş. Benim yaşantımın da Deli Durmuş'un askerliğinden pek bir farkı yok. Neredeyse altı aydır dayımın dükkânında takılıyorum. Benim yaptığıma çalışmak mı denir yardım etmek mi bende bilmiyorum. Dayım sık sık diğer işleri ile ilgilenmek için dükkânı bana bırakıp gitmek zorunda kalıyor. Bir yere gitmediğinde de bana izin veriyor. Paradan yana hiç sıkıntım olmuyor ama ben yine de şöyle herkes gibi sekiz-beş bir işte çalışmak, hafta sonları ve yazın tatilim olsun istiyorum. Üniversite okuyup kasabaya geri dönmek iş değil. "Biz okumadık, sen okudun da ne oldu? Bizim gibi işe yaramazın teki oldun."deyip takılmaları çok gücüme gidiyor.
Şimdilik bu kadar yeter. Sana yakında yine yazarım Sakız sardunyam… Sağlıcakla kal emi…
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan Meşhur Kelleci'nin Yeri |
|
Bir gün yolum Diyarbakır'a düştü. Aylardan Haziran. Akşam üzeri kaldığım Ofis semtinde dolaşırken canım çorba çekti. İlk karşılaştığım çorbacı dükkanına baktığımda tabelasında "Meşhur Kelle Paçacı" sözünü okudum. Demek ki tanınmış bir yer burası, çekinmeden gir içeri, deyip daldım.
Bir köşeye keyifle kurulup, bir paça getir bakalım usta, dedim. Acıkmışım ki, bir kase çorbayı hızla tükettim. Hesabı ödeyip, dükkandan ayrıldım. Buraya kadar her şey normaldi. Ancak o gece sabaha doğru, ağır uykumu delen bir baskıyla yataktan fırladım. Doğruca tuvalete koştum. Eyvah, eyvah, hassas mide ve bağırsaklarım adeta yemek yeme iştahıma isyan ediyordu. Bu isyan tam üç gün sürdü. Üç gün boyunca anamdan emdiğim burnumdan gelmiş, koltukla tuvalet arasında günleri tüketmiştim.
Bu olay, bana ders olmuş, o günden sonra tabelalara daha dikkatli bakmaya başlamıştım. Hatta bu takıntıyla, gene Diyarbakır'da dört tekerlekli seyyar arabasında sandoviç yapan adamın gayet görünür bir biçimde astığı tabelasında "Meşhur Sandoviççi" yazısını görünce, güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim. Pes doğrusu yaaa, diyerek söylendim.
Aklımın bir türlü almadığı konu şu: İnsanlar neden kendilerini bu şekilde tanıtma gereği duyuyorlardı? Ama anladığım kadarıyla, adam işyerine eğer meşhur derse kolayca müşteri çekebilirdi olmasıydı. Öyle ya, ben bile o levhaya kanmamış mıydım? Burda bir ölçüde haklı olabilirlerdi. Ayrıca diğer bir konu da, tabelacıların Türkçe yazım kurallarına ne denli uydukları konusuydu.
Düşünün, ben bir dükkan açıyorum, daha işe başlarken kamuoyunun ya da bu işle görevli resmi bir kurumun onayını almadan gidip tabelacıya parayı bastırıp "Meşhur Köfteci Ömer'in Yeri" diye yazdırıp asıyorum! Hangi yasa bana bunu asamazsın der ki? Belediyeye İlan ve Reklam harcını koçlar gibi yatırdım mı, hiç bir Allahın kulu benim meşhur bir köfteci olmadığımı ilan edemez.
Geçenlerde Konya Beyşehir'e gittim. Ziyaret ettiğim büronun penceresinden dışarı bakarken gene bir tabela dikkatimi çekti:"Meşhur Kelleci'nin Yeri". Belleğim beni hemen Diyarbakır'a götürdü. Beynimin verdiği iki komuttan biri:
1. Aman Ömer, her ne kadar kelle paça çorbasını çok sevsen de, sakın ha sakın, kendini meşhur ilan eden bu tür yerlerden uzak tut!
2. Böyle yalan yanlış tabela yazma yetkisini insanlara kim veriyor?
3. Bu tabelayı asmaya izin veren makamlarda Türkçe denetimi yapan bir bilirkişi neden bulunmaz? Soruları daha da çoğaltmak olası.Ancak bu yazımın ana teması, "doğru Türkçeyi nasıl kullandırabiliriz olmalıydı. Çünkü, bu arada sözünü ettiğim dükkanın alt alta iki tabelası vardı. Birinde "Meşhur Kelleci'nin Yeri", diğerinde "Meşhur Kellecinin Yeri" yani iki tabela faklı şekilde yazılmıştı. İlk akla gelen bu iki tabelanın farklı kişiler tarafından yazıldığı şeklindeydi. Bunlardan hangisi doğruydu. "Meşhur Kelleci" özel bir isim olsaydı, bu isme eklenecek her tülü eki aslından ayırmak doğru olmalıydı, ancak burda durum biraz daha farklı, sadece "meşhur kelleci" ama kim neyin nesi, kimin fesi denmez mi?
İnsanların bir olayı, bir kişiyi, bir kurumu, bir takımı ya da doğadaki herhangi bir nesneyi tanımlarken başvurduğu benzetme adetini bir ölçüde abartıya kaçmadığı sürece anlamak olasıydı. Ancak kendi kendini meşhur ilan etmenin bir anlamı olacağını sanmıyorum. Bugün ülkemizde kuruluş tarihi itibariyle yüzyılı devirmiş çeşitli firmaların sayısı az da olsa var. Bunların hiçbiri kalkıp da "Meşhur Varan Turizm" "Meşhur Koç Holding", "Meşhur Sakıp Sabancı"diye adlarının önüne sıfat getirmiyorlar.
Bu olayı düşünürken aklıma birden Malatya'nın meşhur delisi "Mercedes Kamil" geliverdi. Bakın ben bile onu tanımlarken meşhur sözcüğünü doğal bir biçimde kullanıverdim. Doğrusu Mercedes Kamil kamıştan tel tekerlekli arabasını Malatya caddelerinde dolaştırırken meşhur olmayı düşünmüyordu. En doğal haliyle, kendi iç dünyasının gereklerini yerine getirip, kendince mutlu oluyordu. Ben onu yaşarken görmedim. Onu, Malatya halkının engin hoşgörüsüyle bir takvim sayfasında tanıdım. O, meşhur olmayı hak etmişti. Türkçe sözlüğe göre Arapça kökenli bir sözcük olan meşhurun açıklaması: Ünlü, tanınmış, herkesçe bilinen, angın (kimse). Bu tanıma da en uygun elbette Mercedes Kamil değil midir?
Bizim oralarda meşhur sözcüğünü özellikle yaşlı kadınlar 'menşur' olarak kullanırlar. Bir de şöhret sözcüğü de var ki, o da SKS (Sık Kullanılan Sözcük) grubuna girer. Gerek meşhur gerekse şöhret dil kökü bakımından birbirine çok yakın iki sözcük gibi görünüyor. Şöhret, tanınan, meşhursa tanınmış, bilinmiş kişi, kurum şeklinde bir anlam içerdiği söylenebilir. Sonuçta her ikisi de bizi aynı kapıya çıkarır.
Bursa'nın dünyaca ünlü İskender Kebabı dükkanına gidenler bilir, açılışından bu yana aynı ürün kalitesini ve hizmet titizliğini sürdürürler. Hiçbir zaman da kendilerini meşhur İskender Kebapçısı olarak lanse ettiklerini sanımıyorum. Onlar zaten ağırbaşlı, olgun personeliyle bu sıfatı kendiliğinden hak ediyorlar. Oraya gelen herkes aldığı servis hizmeti karşısında mutlu bir şekilde oradan ayrılır. Bu arada benim lokanta gurmesi olduğumu da sanmayın. Bu sözleri orada geçirdiğimiz mutlu ancak kısa süren bir zaman diliminin doğal uzantısı olarak kabul etmelisiniz. Hesabımızı da bir güzel ödedik. Söylemeye çalıştığım şey, 'meşhur' sözcüğünün kullanımına bir kısıtlama ya da belli ölçütler getirilmelisidir. Çünkü özünde tüketiciyi yanıltıcı bir içeriğe sahip olması nedeniyle benim Diyarbakır'da başıma gelen sıkıntıyı daha bir çok kişi pekala yaşamış olabilir ya da yaşayabilir.
Bence, siz siz olun, kendisini kendiliğinden "meşhur" ilan eden özellikle gıda üzerine çalışan işyerlerinden uzak durun. Yoksa kafanıza öyle bir meşhur taş düşer ki, alimallah kendinizi bir anda hastenenin acil servisinde bulmanız işten bile değildir. Demedi demeyin!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek SAKIN ANNEME BU YAZIYI BENİM YAZDIĞIMI SÖYLEMEYİN |
|
- Lülülülü
- Alo, Öz Hakiki Şen Urfa Kebap Salonu buyurun!
- Tuba? Kızım, benim annen!
- Ha pardon anne, müşteri sandım!
- Ne müşterisi kızım? Şehir planlamayı bırakıp lokantacılığa mı başladın?
- Yok, kuru temizleme işine girdim.
- Eee ne demeye kebap salonu diye açıyorsun telefonu?
- Kuru temizleme işini sevmedim de, beyaz eşya işi beni açar mı diye düşünüyordum; o sırada sen aradın!?
- Eee o zaman niye 'Arçelik bayii' diye açmadın telefonu?
- Anne! Ben Tuba; hani şu çulsuz kızın, hatırladın mı?
- Aman be. Benim de kafamı karıştırdın, soytarı! Nedir o gürültü öyle?
- Yok anne bişey. Pencereyi açtım da, aşağıda magandanın birisi arabasını park etmiş, teybin sesini de sonuna kadar açmış. Olay budur.
- Aaaa kızım, karda kışta cam pencere mi açılır, kapa o pencereyi.
- E anne her geldiğinde "gene in gibi olmuş burası, zıkkım içesice, madem içiyosun şu sigarayı, bari havalandır odayı" demez misin? Anne sözü dinliyorum işte.
- Tamam tamam hadi olmuştur. Kapat artık pencereyi. Hasta olacaksın.
- Anne, biliyosun ki, kıçı +40 derece sıcaklıkta ancak ısınan bir apartman yöneticimiz var. Burası Havai ikliminde bir ofis. Birazdan mayolarımızı giyip öyle oturacağız hatta.
- Saçmalama! İş yerinde mayoyla mı durulurmuş? Hem gene bira içmiyosun de mi? Bereketi kaçıyo sonra büronuzun.
- Tamam anne mayomuzun üstüne pareo takarız. Birayı da asansörde içeriz ki bizim ofisin değil, apartmanın bereketi kaçsın. Alemsin anne. İçki bereket kaçırıyorsa; Laila ve Reyna gibi mekanların iflas etmesi gerekmez mi? Yani senin mantık sistemine göre düşünürsek?
- Ben anlamam layladan reynadan; onları da kendi anneleri uyarsın.
- Peki anne.. peki! Yarın eve geleceğim. Evde devam ederiz içkili mekan polemiğimize..
- Nihayet geliyorsun yani eve. İyi ben gidip hazırlanayım..
- Ann....
Dııııııııııııııııııt.......
* * *
Sırf kimse anne olmasın diye, tüm insanlığı kısırlaştırmayı önereceğim ama o zaman da çıtır soyunun tükenme riski ortaya çıkacak. Aşağı tükürsen bıyık, yukarı tükürsen sakal! (Hayır ters söylemedim. Amuda kalkmış bir adam hayal edip kurdum cümleyi!)
Deli işi anne olmak. Hele de kadınlar için!
Ulan zaten kadın bünyesi yeterince zaaf, çelişki, hassaslık, dengesizlik, kıl, tüy barındırıyor; bir de anne olunca iyice arızaya bağlıyor mizaç.
Tabiat ana da insafsız mıdır nedir! Erkeklere gücü yetmemiş, dişilere yüklenmiş ha bire. Yok muayyen gün sancısı, yok menopoz ateşi, yok gebelik, yok annelik.
Tabiat ana, tabiat ana! Ne biçim anasın sen be? Sarsana annelik belasını da erkeklerin başına. Cık cık cık.
Usame Bin Ladin'in annesi: "Aslında Ladin iyidir, yapmaz öyle şeyler" diyormuş mesela.
Aklı başında birinin diyeceği sözler mi bunlar? N'apsın kadın! Annelikten başı dönmüş, aklını kaybetmiş ve ne dediğini bilmez hale gelmiş garip.
Hadi Ladin'in annesini anladık. Benim anne de üşütmüş kafayı. Yeryüzünde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm insanların beni kullanmak, beni kandırmak, benim paramı yemek için örgütlendiğini; benimse saf, korunmasız, salak bir melek olduğumu felan sanıyor.
Gerçi annemi de anlamıyor değilim hani. Ben bile aynaya baktıkça olağanüstülüğümü sindiremiyor, yere göğe sığamıyorum. Bana baktıkça ve 'Bunu ben yaptım Tanrım, bu mucizeyi ben yumurtladım' diye düşündükçe aklıyla arasını bozması ve saçmalaması gayet doğal.
Eğer çocuğunuzun vasat biri olma ihtimali garanti ise şanslısınız. O zaman benim gibi mucizelere bakıp: 'Ulan el alem neler doğurmuş be!' felan diyerek çıldırmanızı öteleyebilirsiniz. Amma ve lakin benim gibi üstün bir insan evladı imal ettiyseniz, işiniz zor.
Düşünün ki ben bir çocuk imal ettim. Kuşkusuz, muhteşem bir velet olacak. Şu anda bile balansı bozuk bir egoyla ortalıkta salınırken, anne olmuş halimi tasavvur edebiliyor musunuz? Çalımımdan geçilmez vallahi.
* * *
Haydi diyelim anneler -çoğunlukla- bile bile lades diyor ve yavruluyorlar. Peki çocukların günahı ne? Çocukların işi kolay mı sanıyorsunuz? Hiç tasarrufları olmayan ve hayli arızalı bir ilişkinin içinde buluveriyorlar kendilerini.
Türk tipi, klasik bir çekirdek ailede anne ve baba genellikle kendini çocuklarına adıyor. Çocuk, hayatı boyunca anne ve babasına borçlu kalıyor ve bilinçaltında -flu da olsa- iflah olmaz bir minnetle yaşamını sürdürüyor. Hiçbir zaman, anne-babasının hakkını ödeyemiyor. Çünkü anne ve baba buna izin de, fırsat da vermiyor.
Mesela borçluluk ve minnet duygusu sebebiyle, çocuk anne-babasıyla ilgili hayal kırıklıklarını bir günah gibi taşıyor. Ne zaman asilik yapsa, ne zaman onları üzse, ne zaman onların istediği gibi bir "evlat" olamasa eziliyor, büzülüyor.
Amaaaan, nereden bakarsanız bakın, kasavet yahu!
Neyse… Birileri çıkıp 'Aile kurumu kutsaldır. Anneler kutsaldır. Bu konularda şaka yapmaya utanmıyor musun' demeden tüyeyim ve pencereleri açayım. Burası in gibi oldu sigara dumanından. Annem görürse oyar beni!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Entel Kahveci: Mustafa Uyal |
Tek kurşunluk şöhretler..
Hugh Grant'ın başrolünü oynadığı About a Boy isimli filmi izleyenler hatırlayacaklar filmde Hugh Grant babası ünlü bir Noel şarkısı yazmış ve onun telif gelirleriyle hala paşalar gibi yaşayan bir adamı canlandırıyordu. Bu filmi hatırlayınca beni hep iki düşünce alıyor. Birincisi telif haklarının ülkemizde hala nasıl hoyratça sömürüldüğü, ikincisi müzik dünyasının sıkça gördüğü tek parçayla şöhret olan ve arkasını getiremeyen sanatçılar. Telif konusu derin ve acı o yüzden bir iki cümle ile sıkıntımı paylaşayım. Arkadaşım Melih Kibar herkesin katılacağı gibi ülkemizin en üretken ve başarılı bestecilerinden biriydi, sağlığında hep şunu söylerdi: Her "Hababam sınıfı" oynadığında hakkımı vermiş olsalardı yedi sülalem rahat ederdi. Diğer bestelerimi kamuya versem bile olurdu.". İşte Hugh Grant filmindeki kahraman bu kavramı yansıtıyordu. Yarım yamalak çıkan kanunlarla sözde korunan Telif hakları konusunda ne yazık ki kurulan iki üç meslek grubu da verimsiz ve sallapati çalışmaları ile sanatçıların derdine merhem olmaktan çok uzaklar. Buna itiraz eden olursa da çalıştığım şirketin bir mağaza için kendisi başvurarak ödemeye kararlı olduğu telifleri kaç zamanda zorla ödediğini belgeleyebilirim. Sanata, fikir eserlerine ve sanatçılara gerçekten saygı duyduğumuz günler çok uzakta gözüküyor umarım yanılıyorumdur diyerek bu kısmı geçiyorum..
Neyse, gelelim "one hit wonders" yani bir sıkımlık kurşunlarıyla şöhret ve (yabancıları) para sahibi olan ekibin bazılarını anmaya. Bunların bazılarının hikayeleri Andy Warhol'un "bir gün hepimiz birkaç dakikalığına şöhret olacağız " yollu kelamına uygundur. Bunların kimisi hep hatırlanır kimisi de unutulur gider.Örneğin, Erdem Alkım'ı hatırlayan var mı? 1977 Yılında "Seni anlatabilmek" diye bir parça ile çıkmış ve ortalığı altüst etmişti. Alışılmadık bir üslup alışılmadık bir ses .. Sonra bir anda kayboldu gitti. Engin Evin müthiş bir klüp şarkıcısı idi. Tom Jones, Elvis Presleyvari bir ses ve iyi İngilizcesi ile oralarda rakipsizdi. Bir gün "Ah Dede Vah Dede" diye Darwin teorisini anımsatan bir plak yaptı. Esprisi nedeniyle diyelim çok duyuldu çok çalındı ama Engin Evinin muhteşem sesini kullanamaması bir tarafa çok kötü bir seçimdi. Engin Evin de o plakla beraber unutuldu. Aynı sırada çocuklarımız Arda Kardeş ve Ayça vardı. Arda Nicoletta'nın 'Mamy Blue"adlı şarkısını "Oy anam oy" diye bağıra bağıra söylemiş veya söyletilmişti. Feci sempatikti ama bir yere kadar, plak radyolarda döndü döndü ve unutuldu. Arda da. Ayça ise Sandra Kim'in Eurovision şarkı yarışmasında J'aime la vie" parçasıyla kazandığı birincilikten hemen sonra "akıllı" birileri tarafından " biz de biz de" mantığıyla hazırlanıp Elma şekerleri vokal grubu ile beraber ertesi yıl Türkiye seçmelerine sokulan kızımızdı. "Küçük kız küçük kız söyle bana nerdeydin" nidaları arasında tabii ki o da şöhret oldu ama birkaç ay için. Sonra Ayça ve çillerini gören duyan olmadı. Ayça bu tecrübeyi nasıl yaşadı, nasıl atlattı atlatabildi mi? Kim bilir? Kolay mı o yaşta kısa bir zaman şöhreti yaşamak ve taşımak? Eurovision demişken en baştaki Türkiye elemeleri her zaman bir iki geçici şöhret yaratırdı. Örneğin bugün bir kanalda Meteoroloji tahminlerini yapan Gökhan Abur ilk yılında"Bir gün karşılaşırsak" isimli mükemmel bir parça ile şansını denemiş ve epey de beğenilmişti. Uğur Akdora "Anılar" diye bence süper bir parça ile tanıtmıştı kendini. Sonra bir devşirme şarkı olan Neler oluyor hayatta ile ünlendi ve orada kaldı. "Anılar" onun bile anılarında kalmamış ki geçenlerde televizyonda Neler oluyor hayatta 'yı sanki tek şarkısı gibi lanse etti. Bu konuda çok itiraz alabilirim ama bir zamanlar esen Berkant fırtınasına ve benim keskin hafızamın bana usulca bak bunlar da vardı diye fısıldadığı birkaç şarkıya rağmen Samanyolu ve Berkant da bu kategoriye girer diye düşünmekteyim. Eğer yardımsız kopyasız internetsiz bir başka Berkant şarkısı hatırlıyorsanız bunu kabul etmeyebilirsiniz, Ben de saygı duyarım , . Kısa bir sürede aklımıza gelen isimler bunlar ama bu aralar kaset ve CD yapma hızı her gün yeni bir şöhret yaratıp ertesi gün öğütüyor yani bu tür bir yazıyı 15 yıl sonra yazan başka biri çok daha fazla yerli malzeme ile çalışacak bu kesin. Ciguli, Pamela Spence, Ah canım Ahmet gibileri bu malzemenin bazıları olacak gibi....
Gelelim yabancılara.. Burada kolaylıkla hata yapabiliriz. Sebebi ise Müzik ve Sinema gibi sanat olaylarının eskiden birkaç kişinin beğenisinin tekelinde kalmış olması. Eğer birileri gidip Avrupa'dan bir Bavul plak getirmişse o yıl Diskoteklerde ve radyolarda çalınacak parçalar neredeyse belirlenmiş demekti. Radyo prodüktörlerinin çoğu bile bu tür meraklılardan plak ödünç alarak işlerini hallederlerdi. Kısıtlı bütçeler, bürokrasi, iletişim problemleri arasında o günlerde çalışan Radyocuları bugünkü koşullar içinde düşünmek mümkün değil herhalde inanılmaz işler çıkartırlardı.
Bu konuda renkli bir örneği İzmir radyosunun eski tabanca DJ lerinden Ümit Tunçağ'dan aktaralım. "Bir gün diğer DJ ler ile birlikte otururken istediğimiz bir parçayı liste başı yapıp yapamayacağımızı tartışıyorduk ve bir şey denemeye karar verdik. O araların gözdelerinden Engelbert Humperdinck'in bir 45 liğinin b yüzündeki "Take My Heart'ını Avrupa'yı kasıp kavuruyor diye tanıtıp hepimizi programlarımızda sık sık çaldık. Parça liste başı olmakla kalmadı bir de satış rekorları kırdı" .
Bazen suni sayılabilecek bu koşullar içinde arada sadece bir parçası Türkiye'de bilinebilmiş birini tek kurşunluk tabanca diye nitelemek de yanlış olabilir mesela İsmi yeter "All Hung up in your gren eyes" adlı şarkı herhalde 1960-70 lerin en mühim aşk şarkılarından biriydi. Sandy Posey söylemişti. Biz Sandy Posey'i çok sevdik ama bir daha da duymadık. Halbuki Sandy Posey bugün bir çok kişinin cover yaptığı bir çok besteyi seslendirmiş müthiş bir performans arşivi olan bir sanatçı ve yıllarca sürmüş bir şöhret. Ama Steve Rowland öyle değildi. TRT nin ilk yasakladığı pop parçalarından biri olan Sympathy'i Family Dog adlı grubuyla seslendiren Rowland bir daha hiç duyulmadı. Yasak sebebine gelince parçanın bir yerinde dünyanın yarısının diğerine eziyet ettiğini, yarısının tüm yiyeceğe sahip olduğunu söylüyordu yani herkesin bildiğini söylüyordu. Tabii ki kariyerini TRT nin bu yasağının bitirdiğini sanmıyoruz. Tam tersi bir durum TRT nin meşhur ettiklerinde olmuştur. En sıcak örnek ise "İşte Hayat" programında sadece programının etki gücünü ölçmek istermiş gibi Uğur Dündar'ın bir programında çalarak bir gecede meşhur ettiği Irene Sheer'ın Almanca ama İngilizce isimli şarkısı "Goodbye Mama"da olmuştu. Aylarca dinledik , daha çok nakarat kısmını söyledik bu anne şarkısının tıpkı 1970 yılında 12 yaşındaki İngiliz Neil Reid 'ın bize ölmüş annesi için söylediği aktarılan "Mother Of Mine "ı gözlerimiz dolu dolu söylediğimiz gibi.. Sonra da ikisini de aynen unuttuk..
Peter Sarsdet "Where do you go to my lovely" isimli vals tadındaki baladında Napoli'nin kenar mahallelerinden çıkmasına karşın çok popüler olmuş, Aga Khan'ın yarış atı hediye ettiği, Paris Saint Micheldeki dairesinde Sacha Distel koleksiyonunu dinleyen, Napoleon Konyağını dudakların asla ıslatmadan içen mükemmel kadını anlatırdı. Bunun yıllarca Sophia Loren olduğunu düşündüm hala da öyle düşünüyorum. Ama Peter nerede bilmiyorum duymadım. Siz parçayı duymadıysanız mutlaka bulun, duyun dinleyin çok seveceksiniz. Tıpkı John Miles'ın Music adlı parçası gibi. Bu adamın resmini bile görmedim zaten sonrası da olmadı. Hollandalı eski bir dostum bu parçayı bana tanıttığında "hayatımın parçası" demişti, Benim iddiam o kadar değil ama bu parça "Music is my first love" diye başlar ve dehşet devam eder. İner,çıkar sizi çarpar. Dinleyin. Bu parçayı sadece Janis Ian'ın Between The Lines 'ı ile dengeleyebilirsiniz. O da sadece bir Albümü çok başarılı olmuş ama müziğe müthiş emek vermiş bir abidedir ama hele Yaşlı kıtada bilen kaç kişi kaldı.
Gelelim bir çırpıda sayabileceğimiz bir çok tek parçalı kahramanlara. Kısa bir liste var. Bunların hikâyelerinin kimini bilir, kimini bilemeyiz. Bilsek te yazamayız.Yazsak ta editör uzun der, o yüzden benden hatırlatıp sizlere pas atması oluversin.İşte listemiz şöyle: Jeans On-Jeff Dundas,Sugar Me-Lyndsey De Paul, Baker Street -Gerry Rafferty, Do You Love Me- Sharrif Dean, Ring My bell-Anita Ward , İsraelites-Desmond Dekker, D.I.S.C.O-Ottawan., Too Shy-Kajagoogoo, 99 Luft balons-Nena , DA Da Da -Trio-, Jesahel-Delirium, Cars-Gary Numan, Omar- Orietta Berti, Put Your hand in the hand-Ocean, Ela Ela -Axis, Misaluba -Cyan, You are My Love - Liverpool Express, Eloise-Barry Ryan,Pata Pata -Miriam Makeba,Black is Black- Los Bravos, Paradise Phoebe Cates , Si tu savais combien j'etaime-Cristian Adams, Help-Tony Roland, Seasons in The Sun-Terry Jacks, Tell me to my face -Keith ,Tu te Reconnaitras -Anne Marie David, Noi Ragazzi di Oggi-Miguel.
Çoğunu hatırladınız değil mi? Şimdi siz de bir zorlayın bakalım daha kimleri, hangi renkleri, hangi duyguları ve hangi anıları çıkaracaksınız ortaya..
Mustafa Uyal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
MuratHoca : Faik Murat Müftüler MAĞARA |
|
Memleketimde, Antalya'da gizli bir mağaram var. Sıradan küçük bir mağara. On sekiz yaşımdaydım orayı keşfettiğimde. Çok sık olmasa da yalnız kalmak istediğimde gittiğim bir yerdir. Düşünmek için ideal. Dış dünyadan soyutlanmış, içsel sesleri bile yankılayabilecek kadar boş ve katı çeperli bir yer.
İlk gidişimde mağaranın bir sakiniyle tanışmıştım. "Ben Aşk'ım" demişti bana "İnsanlar için en önemli olanım ben… Benim olduğum yerde mantığa yer yoktur. Acıyla hazzı harmanlayıp sunarım insanlara. Öyle uyuştururum ki beyinlerini acının acı, hazzın haz olduğunu fark edemezler bile. Delirtirim insanı, çığırından çıkarırım. Öldürürüm hatta…"
O gün ona inanmıştım. En önemlinin aşk olduğunu sanmıştım ki zaten başka türlüsü beklenemezdi; çünkü âşıktım. Aşk'ın orada yalnız olduğunu düşünmüştüm. Oysa mağaranın başka sakinleri de varmış.
Nice aşklardan geçtikten sonra, yirmi beşimde yeniden gittim mağaraya. Bu sefer Aşk'ın yanında Sevgi de vardı. Yalnız olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı Aşk. O gün öğrendim ki bir çok duygu ve kavram paylaşıyorlarmış mağarayı. Sevgi bana dedi ki;
"Sen bu delibozuğa bakma. Onun aklı fikri uçkurundadır. Kadınla erkeğin aşkı arasında dokuz ay on gün fark olduğunu bilmem fark ettin mi? Kadın bebeği için aşık olur, erkek uçkuru için. Erkeğin aşkı sevişince biter, kadınınki ise çocuğunu kucağına alınca. Oysa ben Sevgi'yim. Ömür boyunca bile sürebilirim. Yani anlayacağın, duygular içinde en önemli olan, benim"
Sevgi'ye hak vermemek elde değildi; ama belli ki o da kapsamı yayarak değerini pekiştirmişti. Aşk nokta vuruşu yaparken sevgi yaylım ateşi açıyordu. Aşk iki kişiyi perme perişan ederken sevgi birçok insan arasında bölünüyordu. Değerliydi ama seyrelmişti. Sevgi, bir çuvalı bin kişiye bölüştürülmüş birer külah kestane kebap gibiydi. Aşk ise bir kişiye verilmiş bir çuval kestane kebap gibi. Belki de onun için aşktan bıkılıyordu da sevginin tadı hep hatırlanıyordu.
Otuzumda mağaraya yeniden gittim. Bu sefer epeyce kalabalıklardı. Öğrendiğime göre bir kişi hariç tümü oradaymış. O bir kişinin kim olduğunu sormama bile fırsat kalmadan konuşmaya başladılar. En yaşlıları olan aldı sözü. Ak saçlı ak sakallı bir ihtiyardı.
"Ben Saygı'yım bayım. Bunların hepsi elime doğdu. Küçüklüklerini bilirim. Uğraşamıyorum ama bu zirzoplarla. Aşkın ve sevginin açıklanabilir nedenlere bürünmüş haliyim ben. Aşk ve sevgi bazen nedensizce olabilirken, saygının anlatılabilir, ispatlanabilir ve hissedilebilir nedenleri vardır. Yitirilmeye meyilli duyguların koruyucusudur saygı. Bu ikisi, her şeyin eninde sonunda oluruna, bana varacağını kabullenmek istemiyorlar. Aşk, sevgi falan; hepsi bitse de ben hep varımdır. Eğer saygı yoksa hiçbiri yaşamını sürdüremez. Düşünsene mesela: Yeri geliyor, anne- babayla evlat kanlı bıçaklı oluyor. Evlat sevgisine rağmen. Neden? Çünkü saygının gerekleri yerine gelmiyor"
Amca haklıydı. Aşk ve Sevgi hep başına buyruktu. Kendi başlarına bir şey becerebileceklerini zannediyorlardı. Oysa saygının eksik olduğu yerde ikisi de yaptıklarını yürütemiyorlardı. O halde en değerli olan saygıydı.
Saygı'nın sözünü bitirmesiyle birlikte vakur tavırlarıyla dikkatimi çeken gençten biri lafa atıldı.
"Dur bakalım babalık. Beni hiç yabana atma" dedi ve bana dönerek sözünü sürdürdü. "Bayım. Ben Gurur'um. Aşkı, sevgiyi ve hatta bazen saygıyı bile bitiren… Bana iyi bak. Ben, öfke meyvesinin çekirdeği, yalnızlığın tohumuyum. Sen hiç böyle bir bitki gördün mü?"
Saygı amca bile Gurur'un söylediğine cevap veremedi. Doğruydu çünkü gurur, yalnızlığın tohumuydu… Aşkın da sevginin de saygının da sonu olabiliyordu.
Bir anda ortalık karıştı. Aşk, Sevgi, Saygı ve Gurur aralarında ağız dalaşı yaparlarken gençten biri beni bir köşeye çekti. Gözleri pırıl pırıl parlayan yakışıklı bir delikanlıydı bu.
"Aşk, sevgi, saygı ve gurur. Bu dördünün de hissedilebilmesi için bir ön koşul vardır. O nedir bilir misin?" dedi.
"Bilmem?" dedim omuzlarımı kaldırarak. "Nedir?"
"Yaşam. Yani yaşıyor olmak. Ölünce hiçbirinin değeri kalmaz"
"Sen yaşam mısın?"
"Hayır. Ben Umut'um"
"İyi de ne alakası var?"
"Umut, yaşamdır. Çünkü tüm umutların bittiği yerde ölüm vardır. İnsanlar tüm umutlarının bittiği anda intihar ederler. Eğer bir insan, olmadık felaketlere ve acılara rağmen yaşamını sürdürüyorsa, zihninin bir köşesinde minicik de olsa mutlaka bir umut parçası kalmıştır. Her yeni gün, yeni bir şeyin denenmesi için bir fırsattır. Eğer hâlâ deneyecek bir şeyin varsa, onu mutlaka ben yaratmışımdır. Yani anlayacağın, şu diğerlerinin arasında ben, en önemli olanım"
O sırada ikimize yakın bir yerde oturan çelimsiz bir genç kız lafa karıştı. Belli ki Umut'un söylediklerini duymuştu.
"Umut. Sen kendin söyledin 'Tüm umutların bittiği yerde ölüm vardır' diye. Yani sen bile tükenebiliyorsun. Seni hayatta tutan ise benim" dedi. Genç kıza dönüp sordum;
"Sen kimsin?"
"Ben Hırs'ım. Umudun tükenmesine engel olurum"
"Çünkü sen umudun tükendiğini göremiyorsun bile" diye atıldı Umut.
"Olsun" dedi Hırs. "Hiç olmazsa senin en önemli besinini sağlayan zamana, zaman kazandırıyorum"
O gün oradaki gürültüye dayanamayıp kaçmıştım. Durmaksızın tartışıp "En önemli" tahtına kurulmaya çalışıyorlardı. "Şu anda burada olmayan kim?" diye defalarca sormama karşın yanıt alamadım. Beni duyamıyorlardı. O kişiyle karşılaşmak için beş yıl daha beklemem gerekti.
Otuz beşime vardığım yıl mağaraya girdim. Daha önce görmediğim bir kişi vardı. Saçları hafif kırlaşmış, otuz beşinde bir adamdı. Diğerlerinin nerede olduklarını sordum ona. "Benim yokluğumda mağarayı terk etmişler" dedi. "Ama neden?" diye sordum yarı haykırarak . Gözlerini gözlerime dikip "Ben yokken yaşayamazlar" dedi.
"İyi de sen kimsin?"
"Benim adım Güven. Artık anlarsın ki en önemli olan benim. Hem sevgiliye hem de kendine güven olmadan aşk, sevgi ve saygı, kendine güven olmadan ise gurur, umut ve hırs olmaz. Bu yaşına gelmişsin hiç görmedin mi? Ne insanlar var; güvensizlik duydukları için aşklarını satanlar, sevgi ve saygılarını yitirenler... Bunlara istediğini yakıştırabilirsin. İster kendine güvensizlik de, ister karşındakine… Belki de geleceğe… Ve ne insanlar var; kendilerine güvensizliklerinden ötürü gururlarını, hırslarını ve umutlarını yitirenler"
"Peki seni bitiren bir duygu yok mu? Senin üstünde bir şey?"
"Korku ile eş güçte sayılırız. O beni bitirir ben de onu. Ama güvenin bittiği, korkunun galip geldiği yerde durağanlık hüküm sürer. Durağanlık ise diğer duyguların yitirilmeye başlamasına neden olur. Korku bittiğinde ise değişimler başlar. Aşk, Sevgi, Saygı, Gurur, Umut ve Hırs… Ailemin diğer üyeleriyle el ele vererek ederek Korkuyu mağaradan attık. Çünkü Korku varken onlar da rahat hareket edemiyorlardı. Bense daha demokrat ve teşvik edici bir lider oldum onlara"
"Senin başlattığın bir şey, başka şeylerin kaybedilmesine neden olamaz mı?"
"Zaten ben hep ve her şeyi kazandırırım demedim. Benimle birlikte değişim başlar dedim. Değişim, türlü kayıplara neden olsa da yaşam adına bir kazançtır. Değişim, tecrübenin, gelişimin, yeni mutlulukların, savaşın ve tabii ki güveni bile pekiştiren zaferlerin başlangıcıdır. Benim besinim, zaferle sonuçlanan değişimlerdir. Her zaferde güveninin biraz daha arttığını fark etmişsindir"
"Evet. Fark ettim. Şey… Peki… Ötekiler. Gelecekler mi?"
"Benim döndüğümü öğrendikleri anda gelirler. Hep öyle olmuştur. Ben geldiğimde içerde sadece Korku vardı. Meydanı boş bulup gelmiş. Aidiyetlere öyle bir sarılmış ki onu oradan çekip yeniden dışarı atmam çok zor oldu. 'Yapma' dedi bana. 'Bunları edinene kadar ne çok uğraştınız. Şimdi hepsini bir anda kaybedebiliriz' diyerek ağladı"
"Ne çok uğraştınız mı?"
"Tabii ki. Korkunun sahip çıktığı tüm o aidiyetleri Umut, Hırs ve ben kazanmıştık. O zamanlar Korku bizi durdurmaya çalışırdı hep. Hiçbirine en ufak bir katkısı olmadı ama iş sahip çıkmaya gelince bizlerden daha fanatik oluyordu"
Güvenin sözünü bitirmesiyle mağara ağzında neşeli bir kalabalık belirdi. Ailenin diğer üyeleri gelmişlerdi. Sevinçle kucaklaşıp hasret giderdiler. Güvenin getirdiği armağanları açmaya başlamışlardı ki onları sevinçleriyle baş başa bırakıp mağaradan çıktım. İlerde, bir kayanın dibinde büzüşmüş çirkin bir yaratık vardı. Yüzlerce kolu olan bir ahtapota benziyordu. Bu Korku olmalıydı. Yaşamdaki aidiyetlere sıkı sıkı sarılmasını sağlayan yüzlerce kolunu gövdesine doğru kıvırmış, ileri geri sallanarak ağlıyor, bir yandan da söyleniyordu.
"Yitirecekler! Her şeyi yitirecekler!"
Ona kulak asmadım. "Kazanacaklar. Yepyeni ve çok güzel şeyler kazanacaklar" dedim kendi kendime…
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
GÖRME ÖZÜRLÜLERİNE KİTAP SESLENDİRMEK...
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.462 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Bir Tutsan Ellerimi
Sanki! kış güneşi
Kuytularından çıkıp ormanın
Yüksek çok yüksek
Meşe ağaçlarının arasından
Geliyor üzerime süzülüp.
Soğuk ısırıyor beni.
Yanaklarım dökülüyor
Lime lime olmuşum.
Titriyorum.. sensizim
Bunca üşümem ondan.
Takırdıyor çenelerim
Ağaçkakan misali.
Kulaklarım bu sese
Dayanmıyor..
Bir tutsan ellerimi;
Yaz güneşi
Doğacak odama.
Bedenimin içinde
İyi olacak ruhum.
Sevinç titretecek
Yüreğimi.
Bir tutsan ellerimi;
Susacak ağaçkakanlar
Mavi turlara çıkacağım
O anda.
Süt beyazı
Martılar eşliğinde
Çığlık çığlığa...
Ve
Tüm mavi yıldızlar da
Tüm beyaz bulutlar da
Konaklayarak
Öpeceğim seni yumuşacık.
Arkam da...
Sevdamın rüzgarları
Ellerimde ilk yaz çiçekleri.
Hatice Bediroğlu
Yukarı
|
Sudoku #16
Çözüm: Sudoku #15 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
Nilgün Çevik Ebru Sergisi .:. 3-16 Mart 2006 Cemal Reşit Rey Konser Salonu Fuayesi
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
San Diego'da bir uzay ve havacılık müzesi var. Nereden mi biliyorum? Tabiki internetten. İnanmazsanız http://www.aerospacemuseum.org/ kısa yoluna tıklayıp siz de görün. Özellikle çocuklara havacılığı sevdirmek için, çocuk sayfası yapmışlar.
Bu da Asian aerospace tarafından hazırlanmış olan web sayfası. Bence bu web sayfasının en hoş kısmı http://www.asianaerospace.com/aircraft_photo_gallery01.asp kısa yolundaki resim galerisi. Gökyüzü sevdalılarına özellikle tavsiye ediyorum.
Ve tabiki Türk Hava Kuvvetlerinin ve Türk halkının gururu Türk Yıldızları http://www.turkyildizlari.hvkk.mil.tr/galeri.html Kısa yolda sizleri resim galerinine yönlendiriyorum. Web sayfalarında ayrıca tarihçeleri, kadroları ve uçuş planlarıyla ilgili bilgilere de ulaşabilirsiniz.
İşte bu da, yerde pilotluk yapanların sitesi http://www.f1turkey.com/ Formula 1 hakkında bilmek istediğiniz ne varsa belki de bütün cevaplar burada. İster Michael Schumacher, ister Niki Lauda , bütün efsane pilotlar ve daha fazlası burada.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
CD to MP3 Freeware 1.3 [1.05 MB] W98/2k/XP FREE
http://www.eusing.com/Download/cdtomp3freeware.exe
CD'den mp3 hazırlamak için hala bir programı olmayan kahveciler için güzel bir seçenek. Kullanımı son derece basit olan bu program mp3'e meraklı herekese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|