|
|
|
15 Mart 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Deveye sormuşlar!.. |
Merhabalar,
Beklenen oldu gensoru reddedildi. Konuşmalara biraz kulak misafiri oldum, o kadarı da yetti arttı. Cevapsız sorular, içi boş bağrışmalar, küfür, hakaret hepsi var. Dinledim ve hayatımda ilk defa Tayyip Bey'e acıdım. Öyle bir çıkmaza girmiş ki çıkarabilene aşkolsun. Yukarı tükürse bıyık aşağı tükürse kravat. Anlaşılması güç olan, Kemal Bey'in partideki hikmeti. Görünen o ki etrafını çeviren görünmez korunma kalkanı öyle kolay kolay delinebilecek gibi değil. Eh kendi kayış cemali de başka türlü davranmasına cevaz vermiyor. O zaman Tayyip Bey'e tek seçenek kalıyor. Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu deveyi güdeceksin. Hatta gerisini yağlamaya birkaç eşek tahsis edeceksin. Toplantılar yapıp birlik yeminleri ettireceksin. Ama bir yandan da bunun partini azar azar kemirdiğini bileceksin. İşte zurnanın zırt dediği yer burası. Söyleyin bakalım Tayyip Bey n'apsın? Bana kalırsa hiçbirşey yapmasın hep böyle devam etsin. Tayyip Bey tasalanırken memleketimin ahalisi devenin boynundaki yamukları bir bir görsün.
Bir eski dostumla telefonda konuşuyoruz. Aldığı abuk subuk epostalardan gına geldiğinden bahsediyor. Ben de cevap olarak onun şanslı olduğunu benim günde 1000-1500 tane o türden mesajla boğuştuğumu söylüyorum. "Abi" diyor, "herifler iyice azıtmışlar, kibarlık yapıp başlığa "size" diye yazmıyorlar mı deli oluyorum." diye ekliyor. "Ne "size" si yahu? Bunlar size bize bilmez hepimize gönderirler." diyorum. "Ya valla bak bi tanesini sana göndereyim." diyor. Yolluyor, başlıkta aynen şöyle yazıyor: "SIZE!!!". İngilizce hatmetmişlerin "sayz" diye okuyabileceği cinsten. "Hay Allah müstahakını versin Muharrem, o sana kemer boyunu uzatmak isteyip istemediğini soruyor yahu." diyorum, basıyoruz kahkahayı. Gerçekten bu spamler artık kabak tadı vermeye başladı değil mi?
Hüsnü Şenlendirci'den dinlediğimiz Hüsn'ü Klarnet albümüyle hatırlayıp tekrar sevdiğimiz klarnetin komşudan bir temsilcisini dinleyeceğiz bugün. Panayotis Plakias çalıyor, Ahaia. Bugünlük bu kadar, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Noktasız : Ayşenur Güven Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!.. |
|
İş çıkışı yeni bir âdet edindim. Kimselerin girmediği yollara giriyor, tarlaların arasından, köylerin içinden geçip evime öyle dönüyorum. "Tarlayı da nereden buldun?" diyeceksin. Burası Belçika, avuç içi kadar ülke. Köyler, şehirler, tarlalar, alışveriş merkezleri, fabrikalar iç içe. İşe giderken önüme traktör çıkabiliyor, ineklerle sohbet ederek yürüyüş yapabiliyorum. Hani derler ya, "Kedi kıçını görmüş yara zannetmiş" diye. Bu kedi de kıçını görmüş "Anaaaaa Belçika!" demiş. Örneğin benim mekânım köy, yan sokağım şehir. İki sokak ilerisi de kasabaymış daha yeni farkettim levhaları. "Falanca'ya hoş geldiniz!" Hoş bulduk, çok naziksiniz...
Geçenlerde yine tarlaların arasında kıvrıla kıvrıla uzanan yolda arabamla ilerliyorum. Hava bütün itirazlarıma aldırış etmeden soğuk. Kapkara toprağın üzerine puslar çökmüş. Üşümüş ya, o da örtünmüş garip. Daracık yol az ötedeki evlere doğru kıvrıla dursun, göğe gözüm kayıyor ki, ahhh o ne güzellik! Sağ tarafımda güneş batıyor, bulutlar pembe, turuncu, sarı, kızıl, kırmızı bir cümbüş içinde. Sol tarafımda gri mavi bir gök yüzünün ortasında dolunay pırıl pırıl parlıyor bile. Gökyüzü karar verememiş, gündüzle gece arasında tereddütte kalmış, kendini koyvermiş... Birden şimdiki ruh hâlimi gözlerimle gördüğüm hissine kapılıyorum. Demek kararsızlığımdaki o derin ve anlaşılmaz huzurun sebebi buymuş. Ruhum rengârenk bir şenlikdeymiş, amanın da ne güzelmiş!
Ruhum kararsızlık içinde dedim ya, gerçi ne içinde ne dışında ben de pek kestiremiyorum. Nasıl desem, hani bahar gelmişti ya geçen sene, hah işte o bahar gitmedi de benimle kalakaldı sanki. Yoksa insan yolu yarılayınca mı böyle bir hoş oluyor? Bir hoş, belki biraz da boş. Dokunulmazlık hissi mi desem, var olmanın dayanılmaz hafifliği mi, keyfin kıpır kıpır kıpırdanması mı? Hoplaya zıplaya dolaşasım var. Dolaşıp duruyorum ya zaten, bir hoplamam, ona ilaveten de zıplamam eksik.
Otuzbeşine de insan böyle girmeli... Sıcak bir ağustos gecesi, koyu yeşillerine yiyinmiş bir bahçe, kesilmeye bir türlü kıyılmamış dalların usul usul okşadığı bir masanın etrafında "canım" dediklerin... yiyerek, içerek, gülerek, tatlı sohbetler ederek, bazen susarak, sofradaki mumların titrek ışıklarına dalarak, yanındaki insanların kısa süreli sıcacık beraberliğini içine sindirerek.
Masada yerini bulmuş, fişekler içinde pırıl pırıl bir pasta. Göbeğinin orta yerinde "A" olmayan kocaman bir harf.
-"Dublve" kim?
-Kuzen o "dublve" değil "E"! Burası Türkiye unuttun galiba... İzah edeyim, pastanı almakta biraz geç kalmışız, bir tek bu "E harfli pasta" kalmış.
Burası Türkiye muhakkak da, biz de dünyaya açıldık. Gelin verdik Hans'a, Peter'e, damat verdik Helga'ya, İnge'ye ... netice itibarıyla bir Wanda Zeynep, Wolfgang Mehmet olmamış mıdır ki? Olmuştur be!...
-Yok be güzelim baksana bu resmen dublve. Hem doğum günü benim değil mi? Pasta da öyle, keyif de...
Hem de öyle bir keyif ki nereden geldiği belirsiz, kalış o kalış.
-Temmelli misin buralarda birader? Hani ben sana alışırım şimdi. Sana alışmak kolay bilirsin, çekip gidersen eğer hayallerim sukuta uğrar be güzelim. İyisi mi sen yol yakınken gidiver. Bak etraf sana ihtiyaç duyanlarla kaynıyor. Dağ taş depreşenlerle dolu. Çek git ki ben de sıradan hayatıma devam edeyim. İşim var, gücüm var, evim var, barkım var, çamaşırım var, ütüm var, iznin olursa derdim de var... git ki onlarla başbaşa kalayım.
Yok anacım bu keyif başa bela, gidesi yok. Hoş benim her hangi bir şikâyetim yok ya, etraf, eş dost benden şikâyetçi. Telefon çalıyor, açıyorum...
-Ayşenur ?...,
-Evet benim !?...
-Yahu sen nerelerdesin? İnsan bir ses eder, olmadı seda eder ! Hasta mısın, değil misin, hayatta mısın, yok eğer ruhu teslim ettiysen sebeplerin nelerdir...
Ya da bir mail okuyorum, o da eğer keyfimin izni olursa...
"İyi misin? Senden haber çıkmayınca Kahve Molası'nı açıp baktım... Nisandan beridir yazmamışsın!!! Nedennn? Neyin var?"
Yok bir şeyim, fıstık gibiyim. Hiç olmadığım kadar iyiyim. O kadar iyiyim ki "insan-ı medenî ve de birey-î sosyal" görevlerimi yapmayı unutuyorum. Yok yalan unutmuyorum, onları yapmaya zamanım olmuyor. Zaman bana yetmiyor. Bollaştıkça dar geliyor sanki. Hayat tuhaf şey canım! Hele insanın başına gelmeye görsün.
"Yeter bu kadar tembellik, otur yaz!" dedin durdun ya, ben de oturdum baktım, ölçtüm, tarttım, "araya giren zaman böööyle uzun oluğunda insan yeni bir çehreyle yazmalıdır", kararını aldım. Yolu yarılamış kendi halinde bir delinin çehresiyle. En çok da sen istedin diye köşemin resmini değiştirdim. Öbür resmim için ne demiştin hatırlıyor musun? "Çok kötü, hemen değiştir, hilkat garibesi gibi çıkmışsın". Dürüst insanları severim bilirsin, yüzüme karşı "hilkat garibesi" diyenleri bir başka türlü severim. "Seni okumayı özledim, madem yazıyorsun, ne diye yollamıyorsun? Hadi artık onları toparla ve yolla bekliyorum" dedin ya, herkesi kırarım da senin yerin başka kıramam, bilir misin? Eh estikçe yollarım bir şeyler. Artık Poyraz mı olur, Meltem mi orasını bilemem. Ama bak aşk meşk bekleme benden. Hiç yazamam, hiç okuyamadığım gibi... hiç hazzetmem aşk, ayrılık, gayrılık, yıkılmışlık, saç baş yolmuşluk hikâyelerden. Önüm, arkam, sağım, solum, saklansa da saklanmasa da konu olduğu halde illaki aşka bulaşır kalemler. O gönüller aşk toplamayı bilir de benimki ot toplar sanki. Ne var? Bilemedim mi sevgilime elimde olmayan anlaşılmaz sebeplerden dolayı baygın baygın bakmayı? Yine aynı bilinmez sebeplerle her sesini duyuşta, her buluşmaya gidişimde kalbimin ağzımda çarptığı hissine kapılmayı, ve yine aynı mevhum sebeplerden dolayı karşı konulmaz bir temas dürtüsüyle beri dibinden ayrılmamayı? Hiç mi kalbim kırılmadı? Ayrılık nedir hiç mi bilmedim? Bilmedim mi ilk buluştuğumuz yerde ve akabinde onu izleyen diğerlerinde, karşıma çıkarsın arzusuyla ve karşıma çıkmanı hiç de istemeyerek gezip dolaşmayı? Bilmedim mi geçtiğimiz yerlerde adımlarını, oturduğumuz köşelerde başbaşa bizden bir izi, içtiğimiz kahvelerin fincanlarında dudaklarını aramayı ve karşıma çıkmadığında bin parça olup kös kös geldiğim yere geri dönmeyi...
Nasıl demiştin hatırlıyor musun kuşum? "Aşık olmak istiyorum! Kıskanmak, naz yapmak, şımartılmak, doya doya şımarmak, kavga etmek, barışmak, sabırsızlıkla ve saatlerce çalmayan telefonun başında beklemek, nerede olduğunu merak etmek, bilemeyince hırsımdan kudurmak, ağlamak, bittiğinde kahrolmak... yaşadığımı hissetmek istiyorum!" E yani bunlar yavan yavan yazılır mı hiç, anca köküne kadar yaşanır be gözüm!
Bak benden şiirsel yazılar da bekleme sakın. Benim kuşlarım bulutların arasından süzülür belki ama, kanatları ebemkuşağının renklerini de beraberinde getirip gözlerinin önüne inci gibi birer birer dizmez.. Kuş bu, uçarken de sıçar üstelik... Ben olduğum gibi yazarım. Hoş benim için "komik komik yazıyor ya, bakma, asık suratlının biri" demişsin. Hay senin akılsız başın! Sen git internet ortamında tanımadığın etmediğin adama beni çekiştir. O adam eşim olur, dostum olur, amcamın oğlu, gözümün nuru, belki eski bir sevgilim olur, olur da olur. Yazdıkların kulağıma, parmaklarının ucundan döküldükten taş çatlasa on iki saat sonra gelir mi gelir. Kahve Molası'nın yemeğinde bütün gece oturmuş etrafa korkulu gözlerle bakmışım. Haydaaa breee... Gözüm, bana desene diyeceğini. Nasılsa kulağıma geliyor, araya adam sokmaya ne gerek var? Bana söyleseydin lafını sana derdim ki...
"Kurdunuz varmış dökülecek, ben benim kurtlarımla mesut bir hayat yaşıyorum kıyıp da dökemem. Kulağımın dibinde hoparlör varken, yanı başımdakinin söylediklerinin yüzde onunu ancak duyarken yapabileceğim en hayırlı faaliyet bardağımdan bir yudum rakı, tabağımdan bir çatal beyaz peynir daha almaktır. Kalabalık ortamlarda en büyük derdim herkesi dinlemek isteyip her sohbetten parcacıklar koparmak, sonuçta hiç bir halt anlamamaktır. Parmak kaldırıp konuşmanın tez vakitte örf ve âdetlerimize eklenmesi en büyük temennimdir. Masanın bir ucundan diğerine sohbet edebilenlere derin bir saygı ve hayranlık duyarım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bangır bangır çalan müzikten zaten sağır olur tamamiyle devre dışı kalırım. Bu durumda etrafa korkuyla değil ancak bön bön bakmam olası ve kaçınılmazdır."
Beni tanıyan bilir ki, ben göbek atmayı beceremem, sesim yoktur şarkı söyleyemem, ezberim hiç yoktur şiir okuyamam, fıkralar aklımda yarım kalır anlatamam... Velhasıl köy ve kasaba olmak için ihtiyaç duyulan koşullar yukarıda saydıklarımsa, yok kardeşim benden ne köy oluuur, ne kasaba. Ama bak kervan olur, öyle geçeeer giderim.
Ayşenur Güven Belçika
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Beyaz Düşler : Sabiha Rana Aşk Sarsın Bedenimi''Sadabad'da'' |
|
Ölüm Hırka Olmuş,
Adımlarım bedensiz dolaşadursun,
Düşlerimi mahşerin eline tutuşturuverdim..
Çocukluğum az ötede Gültepe Yahya Kemal`de annem babam kız kardeşlerim amcamlara ziyarete giderken geçmişin saltanatı süzülüyor can kafesimden..
Rahmetliler ve ben yaşlanmış lale bahçelerinde yürürken geçmişin duygusu sardı her yanımı..
Kalbimi yoklar dile dökerdim kimler gelmiş kimler geçmiş zaman aralıklı hayatlardan diye, hayrete düşerdim Kağıthane deresinde..
O muhteşem yaşamlar hala yüzüyor padişah kayıklarıyla Sadabadı lalede..
` Mahşer olmuş şani Kağıthane Dünya burada dır.
Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır.` Şair Nefi
“Bir sefa bahşedelim gel şi Dil-i naşade,
Gidelim serv-i revanım yürü Sa’dabad’a,
İşte üç çifte kayık iskelede amade,
Gidelim serv-i revanım yürü Sa’dabad’a.” Şair Nedim
Beyazlar giyerek ayrılmak nasip oldu oralardan.
Geçmişin padişahları çocuksu içtenliğime hükmediyor, düşlerim veryansın karşı çıkıyor dünyanın kokuşmuş düzenine..
Daldığım maziden hesap soruyor bir,bir hatalarımı yokluyor,nasipleri bir kenara koyup aklımın bir köşesine not tutuyorum.
Kaybettiklerim gelince aklıma,hüzün sarmaşıkları dolanıverdi ömrümün her gününe..
Heyecanlarımı içime gömdüğüm kararlarım vefat etmiş, umutlarım iki servi dibinde kıvrılıvermiş yatıyor...
Uzaklardan esen nasip rüzgarları beni ele verip esiyor kendi bildiğince, burnumun direği oracıkta devriliyor...
Yaşadığım her şeye inandığımca şükredip tövbeler yolladım yalnız Allah’a..
Yüce melekler ömür biçmişler ölümü hırka diye sarmışlar bedenime...
Dualar avuç açmış titrek mum alevinde bin bir telaş var düşlerimin cenaze evinde bir nefesle başladı bir nefesle son buldu sanki bütün yaşam dönen mabet içinde...
Çok uzaklardan güldüm ve seslendim dünyaya...
Seni öyle bir alacağım ki senden bir daha geri dönemeyeceksin benden...
Ölüm değil!
Kefen değil!
Sen değil!
Aşk sarsın bedenimi.....
Bensizlik hiç değil!
Tarih 14 Aralık 2005 Dünya Zamanı / Çok Umurumdaydı Sanki Zaman / Öyle Bir Zaman Gelir ki Yer,Yer Beni...
Sabiha Ranahttp://www.sabiharana.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Şadıman Şenbalkan |
KONUŞMA ÖZÜRLÜYÜZ
“Eski bir Romalı sözü” derki, konuşursak her şey zaten elimizde diye.
Konuşamayan “erkek, kadın ve çocuk insanlar”, hep bu dertten muzdarip aslında. Konuşmuyor insan oğlu ya da konuşur gibi yapıyor ve çok zaman da birbiriyle hayatın ironisinde adeta kavga ediyorlar.
Küçük ya da büyük ailelerin tüm bireyleri; birbirleriyle konuşmuyor ve akşam saatlerinde evde toplanan aile, sofra vaktinde bile televizyon seyrederek, konuşmadan gecelerini tamamlıyor. Toplumun direği aile, günlük sorunlardan söz etmeden günü ve geceyi hatta günlerini geçiriyor. Ailenin temel taşı “kadın İnsan” kocası “erkek İnsan”a konuşmuyor, aklından geçenleri söylemiyor, erkeğini sevdiğini diline getiremiyor. Konuşmak istese de susuyor!.. Ailenin direği “Erkek İnsan” da eşiyle, çoluğu çocuğuyla konuşmuyor. Neden? Nedeni onlarda gizli. Ama, çok zaman “Erkek İnsan” bir başka “Erkek İnsan” arkadaşıyla iki tek atma bahanesiyle dışarıda içinde kalan ‘uhdeleri’ konuşuyor, sanırsınız bülbül. Ya da erkek, kendine “konuşma duvarı” misali bulduğu bir başka “Kadın İnsan”a anlatıyor, hayat gailesindeki hikayesini. O “Erkek İnsan”la öteki “Kadın İnsan”, konuşuyorlar. Tüketilmemiş yeni başlangıçlarda adı konmamış tebessümlerle birbirlerine yaklaşıyorlar… Konuşma adabını öğreniyorlar ve konuşa konuşa da konuşmayı öğreniyorlar. Kadın ve erkeğin konuşabilmesi, çok zaman onları dost kılıyor ve çok zaman da sevgili olabiliyor konuşan iki ayrı dünyanın insanları.
Genç erkek ve genç kız, arkadaşlıklarının başlangıcında konuşuyor mu sanki?
Erkek ya da genç kız, konuşmadan ‘ilk’lerin heyecanıyla belki birkaç anlamlı kelimeyle konuşuyorlar ama, konuşmama; konuşamama baş gösteriyor, aralarında. Neden?
Hepimiz biliriz, nedenleri… bilmek istemesek de biliriz. Bu nedenler kanımca hep içimizde duran kırılganlık melikesiyle ilintili. “Kırar mıyım” diye mi düşünür insan? Veyahut “kırılır mıyım?” diye de düşünebilir. Fakat öz benlikte üstat Freud’un kanıtladığı “iç benlik”, “dış benlik”, egosu ortaya çıkar ve insan, içinde biriktirdiği konuşmaları “benlik” arayışında “kavgaya” dönüştürür.
Patron işçisiyle, konuşmuyor, LOKAVT kararı alıyorsa, işçi patronuyla konuşamıyor, GREV kararı alıyorsa, aileler yıkılıyor, sevgililer konuşamıyorsa, konuşmamaktan konuşamamaktan, oluyor tüm bunlar.
Medyanın önde gelen yazın ustaları, içlerindeki cevherleri birbirlerine sunmak adına, ellerine geçirdikleri kalemle konuşuyor gibi yapıyorlar.
Aslında onlar da konuşmuyor, kavga ediyorlar. Ne için?
Gene “iç benlik” ve “dış benlik” gerçeği için. Ben… ben için.
Freud, haklı ve insan psikolojisi tezleri haklı çıktı.
KONUŞUN… ey alimler… konuşun ki, içinizdeki insan ortaya çıksın… sevginin başlangıcında da “konuşmak” var… Konuşun sevgililer… Konuşun eşler… Konuşun çocuklar..
Konuşun gençler…
Konuşun küsler..
Konuşun hayattakiler…
Konuş Türkiyem..
Şadıman Şenbalkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
PEMBE YANAKLI MELEK
Bebek sarı tenli, sarı saçlı, sarı gözlü bir kız çocuğuydu. O kadar sarıydı ki doğduğunda bile, adını babaannesi hemen koyuvermişti. "Sarı bu sarı!" Annesinin titrek ellerine uzattıkları zaman bu ufacık bebeği, bilmiyordu ki onun son nefesini verdiğini. O kadar güçsüzdü ki bedeni, yıllarca titredi, tıpkı doğduğu gün annesinin elleri gibi.
Sarı, babaannesinin yanında büyüdü, babası da birkaç sene içinde uzakta ki bir ülkeye gitmişti, senin için dediler ona, senin geleceğin için dediler. Pamuk nine oğluna Sandal ismini koymuştu bütün itirazlara rağmen. Tek istediği bir sandal kadar sade ve özgür bir yapıya sahip olabilmesiydi. Nereden bilebilirdi ki bir gün ince yapılı uzun boylu oğlunun uzak diyarlara gidip de ruhunu özgür bırakacağını bu kadar erken. İsimlerin yaşamlara renk kattığına inanırdı ama bu kadar etkin olabileceklerini hiç düşünmemişti besbelli. Çalıştığı geminin güvertesinden ayağı kayıp düşmüştü bir gece okyanusa. Kafasını demirliklere çarpıp bayılmasaydı eğer dalgalarla boğuşur, gözlerini yummazdı biricik Sandal'ı, çok iyi yüzücüydü. Pamuk nine mektupta yazanları bir daha unutmamıştı ama tekrar eline alıp da okumamıştı. Eski eşyaların üst üste konulduğu küçük odanın en solunda, köşede duran sandığın en dibine koymuştu mektubu. Oğlunun biriktirdiği parayı da göndermişlerdi; "Vefakar insanlarmış" demişti. Bir daha da bu konuyla ilgili tek bir kelime söylediği duyulmamıştı. Sarı biliyordu ki babası onun için gitmişti. Her şey onun içindi zaten. Annesi de zaten sırf o gözlerini açsın diye yummamış mıydı kendi mavilerini? Babaannesi de gece gündüz taşımıştı onu sofraya, banyoya, salona. Sonra sokağa, pazara, parka... Hatta Sarı daha mutlu olur diye babaannesi onu alıp kendi büyüdüğü topraklara getirmişti. "Şehirden uzakta, huzurlu ve mutlu yaşayabiliriz bu cennet bahçesinde" demişti Pamuk nine torununa. Annesiyle babası neden cennetin bir başka bahçesini tercih etmişlerdi bir türlü bilemedi Sarı. Soramadı da Pamuk nineye; herhalde "Senin için" derdi. Alışkındı, herkes Sarı için bir şeyler yapardı. Çok güçsüzdü bedeni çünkü, bir yaprak gibi titrekti.
Bir babaannesini tanıyordu bu dünyada birde kedileri azmanlar azmanı, tostoparlak Sakin'i. Babaannesi, oğlu öldükten sonra almıştı Sarı'ya. İsmini yanlış koyduklarını bilemezdi ki, torununda yanılmamıştı çünkü, sarı kadar hüzünlü, sarı kadar kırılgandı bebeği, ama kedi o kadar hareketli o kadar yaramazdı ki günlerini sıkılmadan geçirirlerdi. Doktor da "İyi gelir" demişti "sıcaklığı vücudunu ısıtır, yumuşaklığı sevgisini arttırır". Gerçekten de haklıydı bu genç doktor oysa ilk gördüğünde pek ısınamamıştı Pamuk nine ona. Pamuk nine derlerdi kasabada ona herkes, o kadar beyazdı ki elleri, boynu, saçları; kendisi bile unutmuş olabilirdi gerçek ismini. Sanki o her zaman nineydi hiç genç olmamış gibiydi, kimse hatırlamazdı onun çocukluğunu, genç kızlığını, annelik yıllarını. Geriye kalmamıştı ki ondan büyük biri, bir o bilirdi geçmişi hayal meyal. On beş senedir tek bir gerçeği vardı onun için: Biricik torunu Sarı.
Genç doktor haftada bir uğrardı kontrollerini yapmaya çünkü Pamuk nine öyle istiyordu, on iki senedir süren bu alışkanlık artık gereklilik olmuştu günden güne. Bu genç doktor pek sevimsiz gelmişti ilk zamanlarda ona. Suratı çok tuhafına giderdi Pamuk ninenin. Elmacık kemikleri bir artı bir, iki elma yutmuşta çiğnemek istemiyor gibi suratında asılı dururdu. Gülümsediği zamanlarda elmaların suyu çıkacak diye ödü kopardı babaannenin hemen başka bir tarafa çevirirdi gözlerini. Oysa dişleri çok güzeldi, onları görmeyi çok istemesine rağmen bir tuhafına giderdi, bakamazdı yüzüne bu yeni yetme dediği doktorun suratına. Nasıl da doktor oluvermişti bu çocuk hiç aklı almıyordu? Babasını severdi, o, dinç, uzun boylu, siyah saçlı, mavi gözlü adam o kadar yakışıklıydı ki sanki doktor rolüne bürünmüş bir aktör gibiydi. Ellerini de bir piyanistinkilerden çalmış gibiydi, uzun ince ve hünerliydiler. Her hareketinde bir nota duyduğunu hayal ederdi o zamanlar Pamuk nine, ne olurdu kızlarından biri bu adamla evlenip ona güzeller güzeli bir torun hediye etseydi. Bu düşünce aklına geldiğinde birden bire utançtan karnı sızlar yüzü kızarırdı, Sarı'sı aklına gelirdi, haksızlık ettiğini bilirdi ve onlarca kere özür dilerdi Tanrı'dan. Oğlunun biricik kızı Sarı çok güzeldi çünkü; bir de titremeseydi sarı bir yaprak gibi..
Kızlarını düşündü, içi sızladı. İkiz çocuklar birbirine çok benzer diye bilinirdi fakat doğum günleri bile aynı olmamıştı onların. Biri otuz Eylül gecesi saat on ikiye gelirken diğeri ise yarıma doğru doğmuştu. "Eylül ve Ekim" demişti Pamuk nine, yorgun uykusuna dalmadan hemen önce. Günler ayları, aylar yılları kovalamaya başladığında Eylül gittikçe sararmış Ekim ise esmerleşmişti. Tek benzer özelliklerinin sarıya bakan ela rengi gözleri olmadığını yirmili yaşlarının en başında tüm kasabaya kanıtlamışlardı. Her yağmur yağdığında Pamuk ninenin uyarılarına aldırmadan bisikletlerini ormana sürerlerdi. Kasabada ki iki bisiklette onların evindeydi. Yağmurlu günlerden birinde gökle yer yerlerini karıştırmış görünüyordu. Gök gürültülerinin şiddetinden kavga ettikleri belli oluyordu. Eylül'ün Ekim'e geçtiği günlerden biriydi. Toprağın yorulduğu, gök yüzünün durulduğu, gece yarısını geçen saatlerden birinde ikizler bir ağacın altında bulunmuşlardı. "Şimşek çakmış" demişti o zamanlar kızları yaşlarında olan uzun parmaklı doktor. O gün üstlerinde bulunan her şeyi eski eşyaların üst üste konulduğu küçük odanın en solunda ki, köşede duran sandığın en dibine koymuştu Pamuk nine. Seneler sonra Sandal'ın mektubunu da oraya koyacağını henüz bilmiyordu.
On iki sene boyunca, Sarı ve ninenin ziyaretine gelen doktorun yerine artık kapıyı çalan bu sevimsiz yeni doktorcuğu çok yadırgadı önceleri Pamuk nine. "Toprak bey geldi!" diye seslenirdi her Pazar öğleden sonrası torununa. Sarı sevmişti bu yeni doktoru, hem yaşça da çok fark yoktu aralarında. Ne anlamı olduğunu çok iyi anlayamasa da yaş farkının az olması iyi bir şey idi sanki, öyle hissediyordu. Sekiz yaş vardı Toprak'la arasında. Gözleri yumuk yumuk olurdu gülümsediğinde, yeşil zeytinlere benzeyen kocaman gözleri birden bire nasılda bu kadar ufalabiliyordu hiç anlayamıyordu ama çok hoşuna gidiyordu; sırf onu güldürebilmek ve yumuk yumuk olan yeşilleri görebilmek için yeni oyunlar bulmaya başladı gün geçtikçe Sarı. Toprak'ın saçları dalgalı ve koyu kahverengiydi, zeytin yeşili gözlerinin içi her zaman ışıl ışıl parlardı, "zeka belirtisi" demişti bir gün Pamuk nine "bu çocuğa Toprak ismini vermek gerçek bir zeka belirtisi". Çıkık elmacık kemiklerine tezat bir görüntü oluşturan çizgi dudaklarının üstünde ki ince bıyığıyla komik bir ifadesi olurdu çoğu zaman. Elleri de babasının ki gibiydi: uzun, ince ve hünerli. Bir boydan yoksun kalmıştı bedeni; annesine çekmişti, ufak tefek, narin bir kadına benzerdi uzaktan bakıldığında. Bu narinlik diline de yansımıştı, kelimelerini rasgele seçmesine rağmen cümleleri zarif biterdi çoğu zaman.
Bu gelişinde yanında bir poşet vardı, poşetin içinde de bir paket, paketin içinde ne olduğu ise belirsizdi. Rutin kontrollerini yaptıktan sonra Pamuk ninenin hazırladığı elmalı kurabiyeleri yedi çok sevdiği ıhlamuru içerken. Yeşil gözleri bugün pek farklı parlıyor gibi gelmişti Sarı'ya. Tüm egzersiz hareketlerini beraber yapmışlardı. Son harekete geldiklerinde Sarı oyunlarından en ızdırap verene başlamıştı bile. Ağrısı varmış gibi yapıyor, dizlerini tek başına kıramıyormuşçasına sızlanıyordu. Toprak'da biliyordu bunun şaka olduğunu ama canının yandığını düşünmek bile ayaklarını uyuşturuyordu. Tabi bu gerçeği Sarı anlayamamıştı fakat Pamuk nine torununa örmek için pazardan aldığı yeşil kazağın yünlerini suratında belli belirsiz bir gülümsemeyle sarmaya devam ediyordu. Sakin için ise, şu an canlı bir başka kedi gibi boğuşup durduğu yünlerden başka hiçbir şey önemli değil gibiydi. Toprak eşyalarını toplayıp ceketini giymiş, kapıya doğru yönelmek üzereyken odadan içeriye girdiğinden beri aklından hiç çıkartamadığı paketi yeni hatırlamışçasına Sarı'ya uzatmıştı. Sarı, ondan beklenmeyen bir çeviklikle paketi Toprak'ın elinden almış ve aynı hızla paketi sıyırmıştı. İçinden bir kurdeleyi andıran kırmızı bir toka ile gümüş saplı, krem rengindeki saç fırçası çıkmıştı. "Hoşuna gideceğini düşündüm" diyebildi Toprak kocaman yeşil gözlerini yerdeki halının sol köşesinde ki aşınmış bölgeden kaldıramadan. Pamuk nine, onun gözünü diktiği yere baktı istemsizce ve Sakin'in eve ilk geldiği aylarda sürekli o bölgeyi tırmaladığını hatırlayarak gülümsedi. Aldığı isme inat sadece uyku aralarında sakin gözükürdü. Sarı ise paketten çıkan toka ile fırçadan gözünü alamamıştı. Çok heyecanlanmış görünüyordu çünkü ilk defa hediye alıyordu birinden. Ninesi ona pazara gittiğinde mutlaka seveceği bir şeyler getirirdi. Sık sık bir şeyler örüp diktiği de oluyordu ama bu sefer ki farklıydı. Elini uzun sarı saçlarında gezdirdi gözlerini paketin içinden çıkanlardan ayırmadan. Bu sakin heyecanından beklenmeyen bir çeviklikle Toprak'ın yanağına küçücük bir öpücük kondurdu. Ufak adımlarını hızlandırmaya gayret ederek sokak kapısının hemen yanındaki gümüş aynada önce yüzüne baktı uzun uzun. Ardından elindeki gümüş saplı fırçayla saman rengi saçlarını taramaya başladı. Toprak ise yanağına konan öpücüğün etkisinden henüz çıkmıştı ki Pamuk ninenin bakışıyla karşılaştı. Pamuk ninenin gözlerinin mavi olduğunu ilk defa o zaman fark etti, o kadar huzur dolu ve minnettar parlıyorlardı ki bir anlık tedirginliği uçup gitmişti.
Sobanın ateşiyle kızıllaşmış odanın kendine has bir havası olmuştu her zaman. Sokak kapısından girildiğinde ilk göze çarpan duvardaki yağlı boya tablo olurdu. Kırmızının bordoya bordonun kızıla kızılın ise toprağa çaldığı renklerin arasında beyaz tenli pembe yanaklı bir kız çocuğu gözükürdü. İlk anda o kız çocuğunun aslında bir melek olduğu anlaşılmazdı çünkü melekler gök yüzünde veya bulutların içinde resmedilirdi genellikle. Bu sefer gökyüzü görülmediği gibi, yerde toprağın üstünde elinde kocaman bir papatya demetiyle oturuyordu beyaz tenli, pembe yanaklı melek. Huzursuzluk aranılan yüzünden sade bir dinginlik yayılıyordu etrafa. İlgi çekici bir diğer özelliği ise yere düşen bir kaç papatyanın bulunduğu yerde ot yeşeriyor olmasıydı fakat diğer her yer topraktı. Toprağın bir yüzünün olduğu ise, çoğu gözden kaçardı. Sarı'nın tabloyu uzun uzun incelediği günlerden birinde "Babamı hiç tanımadım, ondan bana kalan tek şey benim için yaptığı bu tablo. Annem bizi terk etmeden önce bu tabloyu bana bırakmıştı. Hayatında benim için yaptığı belki de en güzel şeydi bu!" demişti Pamuk nine. Tablonun hemen altında ise Pamuk ninenin oğluna ördüğü battaniyenin özenle serilmiş olduğu eski koltuğu duruyordu. Pamuk Nine'nin kimi geceler gözleri rüyaya açılırdı bu koltuğun üstünde. Alışıla gelmiş biçimde aynı yere oturmuş bir yandan Sakin'e söylenirken diğer taraftan da yeni kazağın ilmeklerini atmaya başlamıştı ki Pamuk nine, kapının kolunun üç kere vurulduğunu işitti. " Sandal! " diye iç geçirdiğini kimse işitmemişti. Elleri una bulanmış, soba ateşinin yüzünü kızarttığı bir gün Sandal'ın kapıya tak tak tak diye üç kere vurduğunu işitmişti. Aralarında bir şifre gibiydi bu anneyle oğulun. Şifreli kapı tokmağı diyordu ki: Yanlız değilim! Hemen elini yüzünü yıkamış dağılan saçlarını toparlamıştı. Aslında onca una bulanmasının sebebi oğlunun "Bir Işık gördüm anne, o kadar parlak ki gözlerimi alamadım" diye söze başladığı genç kız için hazırlamakta olduğu mektup börekti. Mektup şeklinde ki bu böreğe Eylül ve Ekim bu ismi takmışlardı. Bu da Pamuk ninenin yeni bir oyun üretmesine sebep olmuştu. Böreklerden birinin içinde her zaman bir mektup olurdu. Kimi zaman bir masal, kimi zaman bir öğüt, kimi zaman ise bir görev çıkardı içinden. Mektup böreğin içindekiler çocukların yaşlarıyla büyüdüler. Esas böreğin içine koyduğu mektubu da yerleştirdikten sonra kapıya doğru ilerledi Pamuk nine "Erken geldiler" diye söylenirken. Sarı'nın annesiyle ilk tanıştığı andı bu. Işık, ufak tefek bir genç kızdı. Yüzünün orta yerine kondurulmuş burnu çok zarifti ama oğlunun gönlünü çalanın ışıl ışıl parlayan kestane rengi gözleri olduğu belliydi. Böreği yemek için kestiğinde bir kağıt gözüne çarptı. İlk önce yanlışlıkla içine düşen bir kağıt parçası olduğunu düşünse de Sandal'ın gözlerinin içine gülümseyerek baktığını görmesi fikrini değiştirdi. Zarfın içindekini okuduktan bir ay sonra evlenmişlerdi. Kapı kolunun tekrar vurulduğunu işitti Pamuk Nine. Bir tek Sakin umursamış gibi görünmüştü ona. " Hayret!" demişti Pamuk nine içinden. Elinden düşürdüğü yeşil yünü kapıya kadar yuvarlandı istemsizce. Sanki yolu bilmiyordu da Pamuk nine, bu yeşil yün yumağı ona bir yön vermeye çalışıyordu.
Sarı, uzun uzun taradığı uzun sarı saçlarına Toprak'ın getirdiği kırmızı tokayı takmaya çalışıyordu Pamuk nine sokak kapısına doğru ilerlerken. Kapıyı açtığında karşısında gerçekten de Sandal'ı görmeyi beklemiyordu oysa. Sandal Işık'ın elinden sıkı sıkıya tutuyordu kapının girişinde. Hemen arkasında iki meleği andıran Eylül ve Ekim duruyorlardı yüzlerinde ki huzur dolu gülümseyişleriyle. Arkada ise iri gövdeli heybetli bakışlı yakışıklı kocasını gördü. Yüzü hep yorgun olurdu gözleri ise durgun fakat kanlı canlı gözüken yüzünde iki kömür siyâhi parıltı ona bakıyordu sevecenlikle. Kapının hemen yanında kendisini aynada seyreden Sarı'ya baktı bir süre. Küçük torunu küçük bir kadın gibi gözükmüştü gözüne. Toprak'la göz göze geldiklerini gördü torununun, evlendikleri ilk günlerden itibaren Sadık'la birbirlerine baktıkları gibi bakıyorlardı. Sadık'ın arkasında yüzünü daha önce hiç görmediği bir adam duruyordu. Her gün aynanın aksinde görmeye alışık olduğu kendi yüz hatlarını fark etti, mavi gözlerini ondan aldığını biliyordu ama bu kadar benzediklerini kimse söylememişti. " Melek, seni almaya geldik yavrum" dediğinde yıllardır kimsenin ona adıyla hitap etmediğini fark edip heyecanlanmıştı. En sevdiği koltuğa kafasını çevirip baktığında ise bedeninin ebedi uykuya daldığını fark etti. Yıllardır doğru zamanı bekliyordu bu kapıdan sonsuza kadar çıkıp gitmek için. Torununa örmek için aldığı yeşil yünün kapıya kadar ona eşlik ettiğini gördü. Bir süre kendilerini fark etmeyen Sarı ve Toprak'ı izlediler hep beraber. Çok mutlu gözüküyorlardı. Gözü bir an için duvarda ki tabloya takıldı. Son kez Sarı'sına da baktıktan sonra, yıllarca özlemini çektiği çocukları, kocası ve babasıyla beraber gitmek üzere son adımını atmıştı Melek.
Nil Perçinler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel DÜNYAYI DÖNDÜREN NEYDİ? |
|
Yağmur bardaktan boşalırcasına devam ediyordu. Camdan dışarıya doğru baktım, yerler su ile dolmaya başlamıştı bile. Basınca ayakkabının içine su girecek kadar çok yağıyordu.
Binanın köşesinden biri geçiyordu. Kırmızı montlu, başı bereli, üç yaşında ki kızıyla beraber. Kadının üzerinde krem rengi bir mont, onun altında ise bordo bir kazak vardı, ayağında ise kot pantolonu vardı mavi renkte. Yoldan geçmeye çalışıyor bir taraftan da kızının ağzını, yüzünü üşümesin diye örtmeye çalışıyor, onu soğuktan koruyordu. Kadın kızının yanağına hafif bir öpücük kondurdu ve yoluna devam etti.
Diğer köşeden ise bir adamla köpeği geçiyordu. Adamın üstünde, uzun bir mantosu vardı, açık kahverengi. Altında ki pantolonun paçaları ıslaktı, gri olan renginin koyulaşmasından bu anlaşılıyordu. Mantosunun yakasını eliyle doğrultu, ensesini tamamen kapamış oldu böylece. Saçlarından aşağıya doğru su damlaları akıyordu. Islak saçları kafasına iyice yapışmıştı. Sağ yanında elinde tasmasını tuttuğu köpeği de pek farkı değildi. Onun da sarı olan tüyleri bedenide yapışmış, uzun kulakları aşağıya sarkmıştı. Ayaklarının çamur içinde olduğu gözüküyordu. Adam elinde ki tasmasını biraz daha hızlı dercesine asıldı, köpek yorgundu, dili iyice dışarı çıkmıştı. Adam önde, o arkada birkaç adım attıktan sonra köpek durdu, artık dermanı kalmamıştı. Adam arkasına döndü köpeğinin başını okşadı, vicdan azabı duyarcasına, keşke bu havada onu da arkamdan sürüklemeseydim dercesine bir bakış attı. Sonra kucağına aldı ve yoluna devam etti.
Yan apartmanın balkon kapısı açıldı, kızıl saçlı hafif toplu, orta yaşlı bir bayan elinde tabağıyla balkona bir şeyler atıyordu, biraz dikkat edince bunların bulgur taneleri olduğunu fark ettim. Balkona gelen, soğuktan üşümüş olan kuşlara yem diye bunları atıyordu. Kuşlar da balkonun demir parmakları arasından yemlere uzanıyor, birazda ürkek adımlarla yemlerini yiyorlardı, onlar yedikçe kadın daha çok atmaya başladı bir, iki derken birçok kuş bir araya geldi. Kadının elindeki tabak boşaldı en sonunda. Kadın hala onlara bakıyor güzel bir şeyler yapmanın sevicini yüreğinde duyuyordu. Derken kapı aralığından beyaz tüylü, şişman kedisi kafasını uzattı, kadın elinde ki tabağı kapının eşiğine bırakarak, kedisini kucağına aldı, kuşları ürkütmemesi için odaya götürdü, balkonun da kapısını kapattı.
Birinci kadın bebeğini seviyor, onu soğuktan korumaya çalışıyordu.
Adam da köpeğini seviyordu, onu kucağına aldı götürdü. İkinci kadın kuşlara yem verdi mutlu oldu, kediyi de kucağına aldı odaya girdi.
Peki, dünyayı döndüren neydi o zaman?
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.523 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Aşk Tutsağı
zalimlik
gözlerinden yansıyan aynasında
gün be gün eğik
ki savunamaz kendini
içine hapsettiğim masum delilik
bak
bir çocuk ağlıyor
gece soğuk
inleyen sokak
inleyen şu kaldırım taşları
değiller mi ki
senden yana şakıyan hüznün sesi.
var git
olmadığın zamanların
olduğunu sandığın anlarına da
sus
dinle
ne söylüyor ki
çehrene diktiğin demirden kilit.
şimdi
kaç yangının esiri
tutsak ellerindeki nasır
kaç sevda çoğaldı ki bağrında
döl yatağında uyuşturduğu teni kısır.
bil ki
aşk = bir vakitlik güneş
sevgi = mutluluğun sıcak yüzü
Gülcan Talay
Yukarı
|
Sudoku #19
Çözüm: Sudoku #18 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
Nilgün Çevik Ebru Sergisi .:. 3-16 Mart 2006 Cemal Reşit Rey Konser Salonu Fuayesi
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Köklü ve varlıklı bir aileden geliyorum ve Türk olduğum için gurur duyuyorum. Büyükbabamın büyükbabasının babası, 1822 yılında Sakız adasında çıkan Yunan isyanını bastıran ve Sultan 2. Mahmud'un kendisine verdiği bu görevi eksiksiz yerine getirdikten sonra, burada şehit olan (Nasuh oğlu) Kaptan-ı Derya Ali Paşa'dır... http://www.nasuhmahruki.com fazla söze gerek yok. Yıllardır takdir ederk takip etmeye çalıştığım, Ali Nasuh Mahruki.
Evinde uydu yayınlarını takip etmeye çalışanlar için küçük bir kaynak http://www.satturkey.com/ . Şifreli yayınlar hakkında detaylı bilgi almak isteyenler için ise verdiğim kısayoldaki web sayfasında bulunan turkeyforum kısayoluna tıklayıp, ulaşacağınız web sayfasına üye olmalarını tavsiye ediyorum. Üye olduğunuz takdirde multivizyon ve benzeri kanalların şifrelerini sorgulayabilirsiniz. Emin olun işe yarıyor.
Kimi ücretli , kimi bedava bol miktarda imaj kaynağına sahip bir web sayfası http://www.brainybetty.com/ . Sadece kendi datasıyla değil, diğer kaynaklara verdiği kısa yollarla da sizlere yardımcı bir kaynak.
Avrupa Yakası isimli diziyi seyredenler, Ata Demirer, yani Volkan'ın "fındık fıstık" isimli şarkısını dinlemişlerdir. Size vereceğim kısayolda bu şarkının video klip'ini seyredebilirsiniz. http://www.komikler.com/komiktv/film.php?catid=0&filmid=3155&g
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
CD to MP3 Freeware 1.3 [1.05 MB] W98/2k/XP FREE
http://www.eusing.com/Download/cdtomp3freeware.exe
CD'den mp3 hazırlamak için hala bir programı olmayan kahveciler için güzel bir seçenek. Kullanımı son derece basit olan bu program mp3'e meraklı herekese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|
|
|
|