|
|
|
17 Mart 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kurtlar 32.Güne indi!.. |
Merhabalar,
Televizyonu bir açtım ki 32.Gün Kurtlar Vadisi ekibini Bilgi Üniversitesinde ağırlıyor. Kanalın sponsorlardan biri olduğunu unutup tüm saflığımla sonuna kadar izledim. Şimdi doğruya doğru, ekip son derece içten samimi cevaplar verdi. Özetle, yaptıklarının sadece bir sinema olduğunu, ilgiyi çekmek için her türlü argümanı kullandıklarını ve sonunda başardıklarını söylediler. Körler sağırlar birbirini ağırlar şeklinde geçen söyleşide sadece bir genç önceden hazırlandığı belli olan can alıcı soruyu sordu. "Filmden etkilenenler mafyacılık oynayıp vatan kurtarıyorlar siz ne diyorsunuz?" Konuya her bakımdan hakim olduğu anlaşılan senarist kardeş "Valla o onların bileceği iş, bizim böyle bir amacımız yok. Biz bu filmi yaparak bıçağı Hollywood'un kalbine sapladık." diye cevap verdi ve gençlerden büyük alkış aldı. Sanal intikamın arkasında olduklarını tekrarlayarak, milliyetçilikse sorun, biz daha iyisini yapmalıyız demeye gelen şeyler söylemeyi de unutmadı. Bunları söyleyen senarist ve yapımcıya hesap sormak ne haddimize ancak yaşamı televizyon programlarına endeksli bir milletin şiddet duygularını depreştiren bir filmi sadece gişe başarısıyla ölçmenin de insafsızlık olduğunu hatırlatmak isterim nacizane. Teşbihte hata olmaz, örneğin öksürük ilacı üreten bir firmanın ilacın kafa yapmak için de kullanıldığını bilerek gereğinden fazla üretip piyasaya sürmesi ne kadar etikse, ticari kaygılarla, sıradan insanın en insani duygularını bir film yapıp sömürmekte o kadar etiktir.
Gene de yiğidin hakkını vermekten yanayım. Filmin Orta Doğu ve Arap ülkelerinde gösterime girecek olması, hatta Amerika'da piyasaya sürülmesi hiçte yabana atılacak cinsten şeyler değil. Umarım vadinin açtığı yoldan gidip, aklı başında büyük projelerle Hollywood'u "bıçaklamaya" devam ederiz.
Gelin şimdi birlikte kulaklarımızın pasını silelim. Sting çalıp çığırıyor, Fragile. Hepinize az yağışlı güzel bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Çanakkale Geçilmez ! |
|
"Osmanlı Devleti Ekim 1914 sonunda, Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşı'na girer. İngiltere ve Fransa, daha savaşın başında Osmanlı Devleti'ni kalbinden vurmak ve müttefikleri Rusya ile bağlantı sağlayabilmek için İstanbul'u düşürmeye karar verirler.
Bunun için Çanakkale Boğazı'nı zorla geçmek gerekmektedir. Bu amaçla önce bir Birleşik Donanma kurulur. Boğaz'ın girişindeki ve orta kısmına kadar ki tabyalar birçok kez bombalandıktan sonra, Birleşik Donanma 18 Mart 1915 sabahı harekete geçer. 22 zırhlı ve kruvazör, birçok yardımcı savaş ve mayın tarama gemisi Çanakkale Boğazı'na girmiştir.
Güçlü savaş gemileri ile sayıca yetersiz Türk tabyaları arasında cehennemi bir savaş başlar. Yedi saat süren savaşta, üç büyük savaş gemisi, üç torpidobot batacak, üç savaş gemisi ağır yara alacaktır. Birleşik Donanma, kuvvetinin üçte birini yitirmiştir. Donanma Komutanı geri çekilme emrini verir.
18 Mart 1915 günü akşama doğru işgalci kuvvetler Boğaz'ın yalnız donanma ile geçilemeyecegini anlarlar.
Bunun üzerine; İngiltere ve Fransa, kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte kullanılmasını kararlaştırırlar. Bu amaçla çok büyük bir hazırlığa girişirler. Dört bir yandan getirilen gemiler, silahlar ve askerler, Çanakkale Boğazı'nın karşısındaki adalarda toplanmaya başlar. Yaklaşık bir ay sonra, 24 Nisan 1915 gecesi, 308 savaş ve nakliye gemisi , çıkarma aracı ve onbinlerce asker Boğaz'a doğru yeniden yola çıkacaktır. Donanmanın, ertesi gün, çok yoğun bir ateşinin ardından Gelibolu yarımadasının çesitli yerlerine ve şaşırtmaca için de Anadolu yakasına çıkarma başlar.
Kıyılardaki küçük birlikler barınaklarından çıkarlar ve güçlü düşmanın karşısına dikilirler. Ölümüne direnirler…"
Ölümüne direnirler…
Çanakkaleyi geçemeyenler 1916 başında Gelibolu'yu tamamen boşaltırlar.
Çanakkale Savaşı birçok açıdan özel öneme sahip olsa gerektir. Her ne kadar izleyen yıllarda İstanbul ve Anadolu işgal edilecekse de, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılabileceğine ilişkin sönmeyecek kıvılcımın, gerek Mustafa Kemal ve komutanlarda ve gerekse bu savaşı kazanacak halkta Çanakkale'de yakıldığı düşünülür…
18 Mart 1915 ve 18 Mart 2006. Günümüzden tam doksanbir yıl önce, 215 okkalık (275kg) top mermisini sırtında taşırken görüntülenmiş Edremit Havranlı Mehmet oğlu Seyit Onbaşı gibi yaşamlarını henüz gençliklerinin baharında, topraklarını yabancı askerler çiğnemesin diye yitiren yüzbinler bugüne şöyle seslenmişlerdi:
" Çanakkale Geçilmez.. Vatan Bölünmez."
Bunun anlamını Anadolu'dan emperyal saldırları püskürtüp bir "Bağımsız Türkiye Cumhuriyet Devleti" kuran 'direnenler' ve izleyen Cumhuriyet Kuşağı algılamıştı.
Onlar göçüp gittiler…
Doksanbir yıl sonra bugün bırakın Çanakkale'yi, "ülke mi geçiliyor?" diye sormalıyız.
Sormalı mıyız?
Artık bağımsızlık demode!
Üzerinde biz yaşıyorsak ta, Anadolu dışardan yönetilebilir.
Borsa ve dolar düşmüyorsa ne ala. Plazalarda oturup, alışverişlerimizi sürdurebileceksek ne ala. Tatil planlarımız yatmayacaksa ne ala.
Dinin gereklerini yaşabileceksek ne ala.
Geçmişe özlem duyarsanız bayramda fener alayları ne güne duruyor.
Çanakkale'de bir 'barış parkı' hazırlanıyormuş. 'Bağımsızlığın' aşındırılan anlamını bir yana koyup parkta lay lay lom dolaşalım.
Diğer 'Cumhuriyet Kazanımlarını' da başka bir müzeye, parka koyalım.
'Bağımsızlığı' barış parklarında, 'Laik Cumhuriyeti' de müzelerde sergiliyelim....
Onları ara sıra ziyaret edelim.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ŞARAP PARASINA MASALLAR-8 |
|
Şarap parası bulmak için masal anlatmak, dünyayı biraz daha hızlı döndürerek yaşamak sandığınız kadar kolay değil. Son zamanlarda masallar artık fazla dinleyici bulamıyor. Dinleyici bulsanız bile kimse elini cebine atmıyor. Masal kahramanı olarak türbanlı bir kız seçermişseniz zaten baştan kaybetmişsinizdir. Din, iman, edep, huzur ve sükûn düşmanı olmakla suçlanırsınız. Ama o kızlardan sokakta çok var, onlar da doğal olarak diğer insanlar gibi ağlıyor, gülüyor, seviyor, seviliyor, ihanete uğruyor veya başkalarına ihanet ediyor türünden açıklamalarınız beş para etmeyecektir. "Çünkü onlar gündelik olayların içine karıştırılmayacak kadar seçkin, temiz ve güzeldirler. Sen onları dile düşürerek kirletiyorsun." diyeceklerdir. Belli bir politik açıdan bakıldığında bu son derece doğrudur. Ancak masalcıya anlatacakların benim ölçülerime uygun olsun. Eğer işine gelmiyorsa sus, anlatma denilmez ki… Ama işin içinde şarap parası olduğu için yine de dinleyicilerin nabzına göre şerbet vermek kaçınılmazdır.
Masal anlatıcılarının piri yine hepimizin tanıdığı bir masal kahramanıdır. Onun masalları bin bir gece sürmüş ve dinleyicisini peşinden sürüklemeyi başarmıştır. Bin Bir Gece Masallarını anlatan Şehrazat'ın hayatta kalabilmesi için sürekli uymak zorunda olduğu iki genel kural vardı. Birincisi masalları sürükleyici olmalıydı. İkincisi ise sultanın merakını doruk noktasında ulaştırdığında o geceye ait bölümün bitirilmesiydi. Masallarında sultanlar, saraylar, hizmetkârlar geçtiği vakit ona kimse sen servet düşmanı mısın diye sormuyordu. Büyücülerden, sihirden, iksirlerden söz ettiğinde de bunlar batıl, uydurma şeyler, kes şu zırvalıkları diyen olmuyordu. Masalcı her zaman anlattıklarının bir parçası olmak zorunda değildir. Bu güne kadar masaldaki fasulye ağacının bulutları delip arşıâlâya devler ülkesine ulaşmasına dini açıdan yorum getirildiğine hiç rastlamadım. Neyse lafı fazla dolaştırmadan biz masalımıza geri dönelim.
Saçları yeni yeni beyazlamaya başlamış yakışıklı erkek suskunluğu ile kızı korkutuyordu. Çok az konuşması, konuşurken ölçülü olmaya özen göstermesi bir şeyler gizlediği hissini uyandırıyordu. Diğer yandan bu durum güvenilir, olgun, deneyimli ve ölçülü bir erkek tipini çiziyordu. Türbanlı kız onun yanında kendini rahat hissediyordu. Kızın evindeki akşam yemeğinden iki hafta sonra oğlan da kızı yemeğe davet etti. Misafiri için fazla göz doldurmayan, ilginç olmayan ama lezzetli yemekler hazırlamıştı. Akşam yemeği için hazırlananlar etli patates, makarna, salata ve Kemalpaşa tatlısından ibaretti.
Yemeğin ardından birlikte küçük masayı toplayıp bulaşıkları yıkadılar. Ev sahibi erkek masayı güzelce sildikten sonra küçük tabaklar, bıçak ve çatallarla birlikte kocaman bir meyve tepsisi getirdi. Sohbet sırasında erkek bu güzel gecenin kusursuz olması sağlamak için bir şişe kırmızı şarap açmak gerektiğini söyledi. Bunu aklından geçirdiğini ancak misafirine saygısızlık etmekten çekindiği için şarap almadığından bahsetti. Bu şarap muhabbetinden kız hiç hoşlanmadı. Yine de misafir olma nezaketini elden bırakmadan, "O kadar çok istiyorsan alabilirdin. Bunu kendime saygısızlık olarak görmezdim."dedi. Bunu o kadar gönülsüz söyledi ki sözleri sanki bin parçaya bölünüp cam kırıkları gibi yerlere saçılmış hissi yarattı.
Şarap lafı o geceyi ve sohbeti dondurdu. Biraz meyve yedikten sonra kız evine gitmek için izin istedi. Caner, kızı yalnız başına gecenin karanlığında sokağa bir başına bırakacak kadar yol yordam bilmeyen biri değildi. Kızı arabasına bindirip oturduğu sokağın başına kadar götürdü. Kız yemek için teşekkür etti. El sıkışıp ayrıldılar.
Şarap meselesi kızın erkek hakkındaki kuşkularını iyice çoğalttı. Caner, içki düşkünü, içince ne yaptığını sapıtan insanlardan biri olabilir mi diye düşünmeden edemedi. Hatta o gece erkeğin kendisi için doğru kişi olup olmadığı konusunda aylardır düşünmediği kadar çok kaygılandı. Ortada birliktelik, evlilik veya bir ilişkiden söz eden zaten kimse yoktu. Yine de her erkek ve kadın arısında gelişen ilişki bildik bir yere çıkardı. Bu durumda uygun kişiyi bulmuşsa kadın ve erkeğin yolu evliliğe doğru ilerlerdi. Genç kız zaten erkeğin ağzından doğru düzgün Allah kelamı çıkmamasına kuşkuyla bakarken, hatta bunu görmezden gelmeye çalışırken şimdi daha günahkâr, yoldan çıkmış, sapkın biri olduğu korkusunu yaşamaya başladı. Bundan sonra onunla görüşüp görüşmeme konusunda bir karar vermesi belki de en doğrusu olacaktı.
Türbanlı kız, o gece sabaha kadar yatağında dönüp durdu. Gözüne bir damla bile uyku girmedi. Erkeğe karşı her gün içinde azar azar büyüyen sevgisi kocaman bir hayal kırklığına dönüşmeye başlıyordu. Bu adam onun sevgilisi olamazdı. Ertesi gün kan çanağı gözlerle işine gitti. Koca günün sonunda ayakta duramayacak kadar bitkin ve uykusuzdu. İş yerinden çıkmadan önce erkeğin arada sırada gelip kendisini beklediği sokaktaki büfenin önünü kontrol etti. Caner'le birkaç gün karşılaşmak istemiyordu. İş yerinden hızlı adımlarla çıkıp birkaç sokak ilerdeki otobüs durağına yürüdü. Belki son anda çıkıp gelir ve karşılaşırım endişesiyle iş yerine en yakın durağa gidip otobüse binmek istememişti. Evine geldiğinde sabah kahvaltı etmediğini, öğlen yemeğe gitmediğini anımsayarak şaşırdı. Çünkü hala açlık hissetmiyordu. Aceleyle giysilerini çıkarıp çekyatın üzerine attı. Yatağın üzerinden pijamalarını alıp giydi. İçersi serin olmasına rağmen soba ile uğraşmak istemedi. Üşüyerek girdiği yorganın altında derin ve deliksiz bir uykuya daldı.
Kız, o gece sabaha kadar rüyalar içinde çalkandı. Sevdiği adam bazen kendisine bir papaz kıyafeti içinde görüyor ve ona pirinç bir tastan kan kırmızısı şarap sunuyordu. Bazen onunla kırlarda, dize kadar rengârenk kır çiçekleri içinde el ele yürüyorlardı. Bazı rüyalarda adamın yüzü kurt adam filmlerindeki gibi vahşi bir hayvana dönüşüyor, sonra da nur yüzlü biri derviş suretine geçiyordu. Sevdiği adam hem şeytan, hem melek, hem âşık, hem de cellât oluyor, kırk ayrı resme dönüşüyordu.
Seyfullah Çalışkan seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Finito |
|
Bu atlayış diğerlerine hiç benzemiyordu. Daha ani ve daha yüksekten oluvermişti. Ayaklarım yere çarptığında, suda olmama rağmen tabancıklarım öylesine yandılar ki... Dedim ki; işte bu defa, 'Finito!'.
Su yüzüne geri çıkarken, soluğum ya yetmezse diye bir an panikledim. Ama telaşımı kendime bile itiraf etmedim. Düşünüyordum da; aşağılara adeta füze hızıyla inmiştim. Su, tahminimden çok daha soğuk, bir o kadar da zifiri karanlıktı. Çarpmanın şiddetiyle hala zonklayan ayak tabanlarım ve uyuşan beynim benimdi sadece! Ama, şükür ki düşünebilmem için aklım, yol almam için de ufak ama dirençli bir çift ayağım hala bende idi.
Üzülmenin, hayıflanmanın kime ne faydası olurdu ki? Soluk alırken zorlanıyordum. Ağlamaktaydım. Hayat ekşi-tatlı soslu enteresan bir yemek gibiydi. Seversin ya da sevmezsin! İsyanlardaydım. O ağır yükleri kaldırmaya da, taşımaya da dermanım kalmamıştı. Kurban olmamalıydım ama... Jeanne d'Arc 'ı oynamaktan da sıkılmıştım artık!
Peki, pes mi edecektim? 'Kahretsin, hâlâ ben bendeyim. Yok kızım, sana yakışmaz!'. Birşey yapılmalı idi. Yeni birşey! 'Herkes sabah yatağından kalktığında, yumurtayı lop mu rafadan mı yiyecek, onu düşünüyor haklı olarak. Seni mi düşünecek? Buna gülerim!.'
Evet, yeni bir şey yapmalı ve yaşama sıkı sıkı bağlanacak motivasyonu yaratmalıydım. Bu kez, tek kendim için! Yaşamımın kalitesini tekrar yükseltecek birşeyler bulmalıydım.Hiç birşey bitemezdi ya da 'Finito' olmayacaktı.
Ve ben...
O gece sigarayı bıraktım !
Pat diye!
Birçoğu bilir; kadınlar böyle zamanlarda ya saçlarını kestirir ya da abuk subuk renklere boyatırlar. Ya da o gün, gider çaput'lara dünyanın parasını öderler. Ertesi gün de ne kendilerini tanırlar, ne de cüzdanları onları tanır! Tabii iş 'Finito'luk boyutlara geldiğinde artık bilek mi kesilir, yoksa, bir kaç kutu hap mı yutulur bunu şükür ki hayal bile etmeyeceğim. Allahtan, ne fışkıran bir kan görmeye dayanabilirim, ne de hasta iken bile hap yutmayı severim.
Yok, hayır! Saçları kestirmek zararsız bir davranış, çünkü artık kısa saçları bile tekrar kaynak yaparak uzatıyorlar. Zaten saçlarım kısa, daha ne kestireceğim canım?
Alışveriş olayına gelince... Eh, hovardalık yapacak durumum yok. Git, harca! Ee.. Ya sonra? Ekstre geldiğinde mi bileklerini keseceksin? Bırak, kalsın!
Aman, her halûkârda bir kesme işlemi var ya!.. Abuk! Hayır, ben kesme biçmeli bir olay istemiyordum. Sevdiklerim hep sigarayı bırakmam için bana yalvarırlardı. Ama ben hep 'Seviyorum, içiyorum! Karışmayın!' deyip durdum onlara. İyi de etmişim. E, onlara ne canım ? Keyfim bildi, keyifle onu içti! Sigarayı içmeyi bu sebeple kesmemiştim.
Son günlerde 2.5 paket maaşallah bitiriliveriyordu. Gözüm kültablasında yanan sigarama ve hemen yakınındaki yarılanmış 3.pakete ilişti. 'İşte!' dedim. 'Sen bittin!'. 'İstersem, keser bırakırım!' Yaşamımın farkındalığına dair bir ara gazı belki de... Kim bilirdi?
Ben bildim! Ve...
Evet, neredeyse 4 ay geçti bile.
Her ay yaklaşık 150 ytl cebime kalıyor. İyi para! Ama bu parayı kendime bağış yaptım; hovarda alışverişler yapıp, keyif çatıyorum. Hem de hiç Sevgili Vicdan'la konuşmadan!
Cildim hafiften kara-sarı olmaya yüz tutmuştu. Meğer, ben akça pakça ve hatta, inanır mısınız? Elma yanaklıymışım! Allık'tan da tasarruf! Of, çok zenginim be!
Doğru nefes almak ne güzelmiş! Rahat uyuyor, renkli rüyalar görüyor ve dinç bir şekilde uyanıyorum. Anlıyacağınız, her sabah Armstrong amca'dan "What a wonderful world" triplerindeyim. Hatta, o anda "Özgür Willy" bile olabilirsin icabında! Uyurken bir yerlerinin açıkta kalmasına da bağlı tabii!
Saçlarım errr-ken gençliğimdeki gibi pırıl pırıl parlıyor ve misler gibi kokuyor artık. Giysilerim de... Evim de... Arabam da... Minik burnum, bir tazı kadar hassas oldu. Kahretsin! Arka sokakta tütsü yaksalar, bir yerler yanıyor diye itfaiye çağırıyor oldum.
Paketi evde unuttuğum için yarı yoldan eve dönmek zorunda kalmıyorum ya da gece yarısı paket biterse elim ayağım titremiyor. 'Acep, bakkalı evinden arasak da, sigara aş'eren bir bağımlımız var mı desek? Ardından, sıkı bir dayak mı yesek?' Ah, kültablalarında kazara erken söndürülmüş bir izmarit aramak ne aciz bir durumdur. Kızarsan bile kendinden utan-mazsın!
Sinemada filme konsantre olamazsın -da arayı iple çeker, daha salon ufaktan aydınlanırken milletin üstünden atlar, dışarıda bulursun kendini. Ya sonra? İçeri girdiğinde kendin bile üstüne sinmiş sigara kokusunu alır, yanındakilerden utanırsın.
Meğer ne pis bir bağımlılıkmış!.. Ne aciz durumlara sokmuş beni ?
'Aaa.. Gör bak, kilo alacaksın!...' diyorlar. Anlamıyorum, niye motive etmek yerine adamı çökertmek istiyorlar.
Evet, iştahım açıldı. Çünkü, ağzımın tadı yerine geldi. Kendime ödül verdim 1 ay, ne olursa yedim. Seyredemezdiniz bile. Ama sigara içerek 15 kg alan ben, sigara bıraktım diye bir üj-beş-on daha alsam ne olur ?
Belki... 'BAM-ba Ba-ba-ba Bam-Ba ba-ba-baa...BAM! Şim-di Zayıf-lamak İs-ti-yorum!' programı ile meşhur bilem olurum, ne var yani?
Şaka değil, haftanın 5 günü, sabahleyin 6 km yürümeye başladım. Daha gram vermedim ama göreceksiniz yaz başına Süreyya Ayhan azmi ile bu kilolar da gider!
Ya siz? Sigara ile ne alemdesiniz?
Eminim, keyfiniz isterse, yapacağınızı iyi bilirsiniz!
İtiraf.cım: Sigarayı bıraktım ama yazı yazamıyorum! Hafiften konsantrasyonum dağılıveriyor. Ama o da geçecek!
Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan Beni Yangında İlk Kurtarılacak Eşya mı Sandınız? |
|
Her dönüşün yeni gidişler olduğunu öğretti yaşam bana. Bu döngüyü tanımadan buralardan çekip gidenlerin mezarlıklarda çoğunca bir taşına da rastlayamazsınız. Bazen aklıma görkemli yükseliş döneminin Osmanlı padişahları takılır. Rahat kuştüyü yataklarından kalkıp binlerce kilometrelik yolları at sırtında tüketip, ülkeler fethetmeye çalışmak nasıl bir amaçla yerine getirilirdi ki?
Günümüz gençliği içinde çalışan biri olarak zaman zaman sahada kendi yaşıtlarımla karşılaşıyor, onlarla sohbet edebiliyorum. Özellikle resmi ortamlarda belli makam odalarında oturan bu insanları anlamaya çalışıyorum. Bu şekilde bugüne değin binlerce kurum ziyaret ettiğimi söyleyebilirim. İçinde yaşadığımız yıllar bana göre belki de en şanslı olduğumuz yıllar. Kimine göre de şaşırtmacalarla dolu bir zaman dilimi. Sanal olsa da tüm insanlığın kabul ettiği bir zaman dizgesi içine hapsetmişiz kendimizi. Bu dizgeye göre de şu an yirmi birinci yüzyıldayız. Yeniçağdan beş yıl aldık. Geride daha 95 yılımız var. Kendi adıma bu yüzyılın kaç yılında canlı kalırım kimse bilemez. Önemli olan kişinin yaşadığı sürede geriye ne bırakabildiği değil midir?
Bu ülkenin kalkınmasında yönetici konumunda olanların da yaşadıkları çağın özelliklerine göre görev yapmaları gerekmez mi? Nietzsche'nin ünlü sözü, "Derisini değiştirmeyen yılan ölür!" bu fikrimizi veciz bir şekilde açıklıyor. Bilişimin bu çağın en popüler mesleği olduğu ve çağa damgasını vuracağı daha geçen yüzyılın son çeyreğinden belliydi. Bu alanda her geçen gün dev adımlar atılmaya devam ede dursun, bu gelişmelerden bir şekilde haberdar olup da, inatla bilgisayarı kullanmayan bir yöneticinin başarılı olabileceğini düşünemiyorum. Gen burada kulağıma küpe ettiğim bir sözü de yeri gelmişken yazmayı görev biliyorum: "Geleceğin cahili, okumayan değil, bilgiye nasıl erişeceğini bilmeyenlerden çıkacaktır." der, Alvin Toefler. Bir takım mevzuatın arkasına sığınarak bulundukları makamları terk etmeyenler yitirdiğimiz zamanı kim bize geri getirebilir ki?
Bu ülkenin temel sorunlarından biri de, bence, görevde yükselme sisteminin adil, gelişimi destekler bir yapıda olmayışıdır. Her ne kadar M.E. Bakanlığı 5 Mart 2006'da üç yeni yönetmelik yayımlayarak, yönetici atama ve öğretmenlerin görevde yükselme konusunda sınav uygulamasında kararlı olduğunu gösterse de, bu işin Ankara bürokrasisi tarafından nasıl sulandırılacağını hep birlikte yakında görürüz. Geçen yıl öğretmenlere kariyer yükselme sınavları konduğunda başta sendikalar 'Başöğretmen' unvanına kafayı takmışlardı. Oysa bunda aykırı ne vardı, doğrusu çok garipsedim. Benim ilkokul diplomamda Başöğretmen Şerif beyin imzası varken, bu sendikacılar ne oluyor da karşı çıkıyorlardı. Günümüzde Almanya'da hâlâ 'Hauptlehrer' unvanlı okul müdürleri görev yaparken! Bunu söylerken Batıdan örnek alalım demiyor, bilakis geçmişte bu unvanın bizde kullanır olduğunu anımsatmaya çalışıyorum. Diğer yandan bir okulda yıllarca yöneticilik yapanların yeni yönetmeliğe tepki duymalarını da doğal karşılıyorum. Karşı çıkmasalar, şaşardım. Her şeye karşın, yapılan bu yönetmelik değişikliklerini tüm iyi niyetimle destekliyorum
İktidar desteğini arkasına alarak makam sahibi olan birinin kalite ve kantitesinin önemine aldıran mı var? Bu durumda olan bir kişinin, 'gelene ağam, gidene paşam' mantığı ile sağlıklı bir görev yapacağına kim inanır ki? Oysa AB, görevde yükselmeye getirdiği ölçütlerle hak edenin hak ettiği göreve gelmesini nerdeyse otomatiğe bağlamıştır. 1990'da Ödemiş Efe dergisinde yayımlanan "Bir Sohbetin Düşündürdükleri" adlı makalemde dile getirdiğim gibi bu iş Osmanlı döneminde çok da iyi yürütülmekteydi. Örneğin, bir öğretmen kendi dalında en az bir yabancı yapıtın çevirisini yapmak zorundaydı. Ve daha nice diğer örnek uygulamaları sıralayabilirim.
Yeri gelmişken bir anımı da sizinle paylaşmalıyım. Tesadüfen tanıştığım bir Çekli beni köylerinde yapılacak bahar balosuna davet etmişti. Bunun üzerine merakıma yenilerek söylenen günde köye tek başıma gittim. Beni davet eden köylüyü buldum. Birlikte balo salonuna gittiğimizde, o köyde görevli öğretmenle tanıştırdı. Uzun boylu, sakallı bir papaz görünümündeki bu öğretmen benimle çok rahat bir şekilde Almanca konuştu. Bu olayın neresi ilginç derseniz, hemen söyleyeyim. 1969-70 Nazilli İlköğretmen Okulu mezunuyum. Burayı ortaokulu bitirdikten sonra yapılan yazılı ve sözlü sınavlarla kazandım. Üç yıl boyunca sıkı bir öğretmenlik eğitimi aldım. Ancak MEB Talim Terbiye Kurulu üyeleri o yıllarda hangi akla hizmet ediyorsa, köy öğretmeninin yabancı dil öğrenmesini gereksiz bulmuş olmalı ki, bu dersi koymamışlar. Oysa ortaokul sıralarında üç yıl İngilizce görmüştük. Hatta bu konuya o denli ilgiliydim ki, Fono'nun mektupla dil kursuna kaydolmuş, o sayede İngiltere'den mektup arkadaşı dahi edinmiştim. Sonuç olarak, duygudaşlık yaptım: Bu Çek öğretmen ülkemize gelse, hatta benimle karşılaşsaydı onunla hangi dilde konuşabilirdim, diye düşündüm. Çoğumuzun yaptığı gibi TARZANCA değil mi?
Ülkemizin taşlarının henüz oturmadığı her gün yaşanan bürokrat siyasetçi kavgasından belli değil mi? İktidara yeni gelen her parti, muhalefeteyken şikâyet ettiği Ankara bürokrasisine, iktidar koltuğuna oturduktan kısa zaman sonunda nasıl yenik düştüğünü anlamak için "Emret Bakanım" dizisinin sık sık izlenmesi gerekir diye düşünüyorum.
Kanımca, ülkenin önünün açılması için bazı bürokratik iş ve işlemlerin mutlaka yerel yönetimlere devredilmesi kaçınılmaz duruma gelmiştir. Bugün bir öğretmenin izin almak için İlçe Milli Eğitim Müdürünün kapısını aşındırmasının mantığını bana kim açıklayabilir? Öte yandan okullarda her yıl para toplanmaması konusunda genelge çıkarıp siyasi malzeme yapan zihniyetin Anayasa hükmü olan "parasız ve zorunlu" İlköğretim kurumlarını ödeneksiz nereye kadar yönetebilecektir? Bu konudaki en önemli çarpıklıksa, zorunlu olmayan Liselere MEB. lığının ödenek yollaması; buna karşın, İlköğretim kurumlarının ancak çok zorunlu yakacak, elektrik ve su gibi giderlerini İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri aracılığıyla karşılanmasıdır. Burada ilginç olan şey, liselerin ödeneklerini kendilerinin harcayabilmesi, ilköğretiminse bunda yetkili olmamasıdır. Geçmişte, bağımsız ortaokul müdürleri kısıtlı olsa da gelen ödenekleri kendileri harcayabiliyordu. Bu konuda söylenecek çok şey var, ama ceremeyi kimse üzerine almıyor, nedense.
Tanrı kimseye göstermesin ama yangın denen felaket her insanın ve kurumun başına gelebilir. Devletin bu felakete karşı aldığı önlemlerden biri de resmi binalarda ortaya çıkacak bir yangında eşyaların nasıl ve hangi öncelikle kurtarılacağına ilişkindir. Resmi işlemlerin yürütüldüğü ve dosyalandığı büyük çelik ya da ahşap evrak dolaplarının üzerinde çerçeve içinde ve renkli olarak yazılmış küçük uyarı levhalarını siz de görmüşsünüzdür. Simgelerin kimi kırmızı, kimi yeşil renklidir. Bunları her görüşümde, hangi evrak dolabı bir resmi bina yangınından tastamam kurtarılabildi, diye düşünürüm. Eleştirdiğim bu konuyu ben de yönetici olarak bir zamanlar yapmıştım. 2006 yılında hâlâ evraklarını bu dolaplarda saklamaya çalışanların olması beni gerçekten üzüyor. Bugün bir kamyon dolusu evrakın bir CD'ye, bir taşınır belleğe sığdığını bilmeyen kaldı mı, demeye de korkuyorum. Neden mi, üst yönetimin her gün e-Devlet diye bağırmasına karşın, 'Ben işimi kara kaplı defterden yaparım!' demeye devam eden bir denetim ekibi çoğu bakanlıklarımızda görev yapmayı sürdürüyor da ondan!
Geçmişin küllerinden inşa edilen Türkiye Cumhuriyetinde hâlâ kimlik kavgalarıyla geçirecek bir dakikalık zamanımız olmadığı gibi teknolojik alanda uluslar arası süren rekabette geri kalmamamız gerektiğini bize kim söyleyecek acaba? Bakın, bu laf da çok su götürür; siz gelin en iyisi, beni de 'Yangında İlk Kurtarılacak'lar sınıfına alın, olmaz mı?
Ömer Akşahan
Not: Geçen haftaki yazımda adı geçen Malatya'nın meşhur delilerinden "Mercedes Kadir" olması gerekirken Kamil olarak
yazılmıştır. Düzeltir, okurlarımdan özür dilerim. Ayrıca uyarı mektubu yazan Halil Tüm beye de teşekkür ederim. Öte yandan
mutlu bir tesadüf olarak 13 Mart günü Malatya'da Mercedes Kadir'i Malatya sokaklarında tahta Mercedes'iyle işbaşında görme
şansını da elde etmiş oldum.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
BaLdaki Tuz : Uğur Erdoğan STRATEJİ |
|
06:21
ne dürttü beni biLmiyorum.. normaL zamanda top atsan uyanmayan ben kendi kendime uyandım.. oysa çok da geç yatmıştım.. önce teLevizyona baktım, tipik tatiL sabahı çizgi fiLmLeri var.. sabahın kör saatinde hangi çocuk ayakta oLur da bunLarı yayına verirLer anLamam… eski bir haber kanaLına geçtim, dün geceki haberLerden bir fark görmeyince mecburen can sıkıntısından dünkü gazeteye yeniden göz atmak hasıL oLdu..
birkaç makaLe yazarı iran'dan fiLan faLan bahsediyordu.. yazarLar kendi kendiLerine geLiştirdikLeri stratejiLerden bahsediyorLar.. uLan bu strateji dediğin öyLe on dakkada oLmaz ki.. yahu cidden kafayı sıyırmış bu adamLar, neye çanak tutmaLarı gerektiğini kimLer saLık veriyorda aynı ağızdan şarkıLar söyLüyorLar bir türLü anLamam.. strateji imiş.. papuçLarıma anLatın siz onu.. üLkeLer arası strateji konusunda gözLem yapıLabiLecek biri başarıLı biri başarısız iki tane kriter var bence... birincisi kanuni suLtan süLeyman, ikincisi amerika.
kanuni, sumatra adasına zamanında ondokuz tane kadırga göndermiş.. şimdi bizim gezginci teLevizyoncuLarın programLarını izLerken orada türkLeri görüyoruz.. ne türkü yahu koca koca köyLerini görüyoruz ekranLarda.. onLarca köy... hepsi hepsi ondokuz kadırga.. adamın öngörüsüne bakarmısınız.. önce küLtürLe başLamış… şimdiLerde yan dairedeki komşusu iLe ticaret yapmayı strateji sanan bu bizim saLakLara daha bi anLamLı bakmak Lazım.. oysa komşunu bir bütün oLarak severek ticaret yapmaLısın ve bunun stratejisi oLmaz.. küLtüreL birikim yok.. güvensizLik bize babadan kaLma miras gibi , kimseye güvenmemeyi öyLe güzeL yapıyoruz ki kendi içimizde, eLin amerikaLısı bize güven sağLıyor şimdi anasını satayım… şu iran meseLa.. uLan adamLar nerdeyse orta doğunun meLekLeri gibiLer.. dörtyüzeLLi yıLdır bir toprak parçasını adına hiçbir yere saLdırmamışLar.. kimse onLara inanmıyor.. işin dahada garibi ''kimse kimseye inanmıyor..''
sabah sabah haLe bakın ya..
amerikasının da.. uykusunun da ..
06:50
daha çok erken, tekrar yatıp uyusam mı acaba.. yoksa yatmayıp uyumasam mı.. veya yatarak uyumayı mı bekLesem.. veya uyumadan sadece yatsam mı.. yoksa uyanık kaLıp bir şeyLer mi yapsam...
07:15
giyinip çıktım.. dışarda karar verirsin artık ne yapacağına.. kaLdırımda yatacak değiLsin ya .. bir kez hareket haLine geçince insan gerisi geLiyor zaten kendiLiğinden..
07:35
dört tane söyLedim içimdeki yatsam mı yatmasam mı tartışmasının sersemLiği iLe... ohaa ayı kardeş gözünü toprak doyursun diyebiLirsiniz ama gün boyu ayakta duracağım ve enerji kazanmam Lazım.. iLk iki tane poça dünkü gibi sanki, sonradan ısıtıLmış tadı ağzımı bozdu.. bir şey demedim ama.. poçaLarı getiren garson kibar bir çocuktu ''buyrun'' dedi hep, poçaLarı getirirken temiz bir bardak ve su getirmişti ben istemeden.. çocuğa ses çıkartamayınca ister istemez strateji geLiştirerek etrafı kesmeye başLadım.. çok iLginç bir tespitim oLdu bu dükkan iLe iLgiLi.. zemin, masa ve buna bağLı oLarak sandaLyem soLa doğru hafif eğimLi idi.. önce sandaLyeyi düzeLttim farkında oLmadan.. tabiki zeminin gözLe görüLür biçimde eğimini fark edince üstüne suyumu içmekten başka çarem kaLmadı..
08:10
hiç bu kadar çabuk etki yapmazdı ama poça midemi kaynattı... top sahasının karşısındaki bayiden gazete, kepengini henüz açmış oLan sokağın köşesindeki eczaneden de küçük mide hapLarından bir paket aLarak eve döndüm.. yatak haLa beni çağırıyor ama gitmeyeceğim.. ev havaLansın diye açtığım pencereyi kapatırken yanda duran radyoyu açtım.. sesini çok az duyabiLiyorum.. martıLar yine sefer haLindeLer bu sabah.. çöpLük iLe deniz arasında bir güzergahı var bu hayvanLarın.. ve bizim evde bu güzergahın üstünde.. öyLe ki, bir yerden bir yere sık oLarak seferLeri varsa yoLLarı ve moLa verecekLeri çatı asLa değişmez bu hayvanLarın.. bir miLim biLe.. iş yerinde ki böLgede de böyLe bir güzergah var ve konakLadıkLarı tek bina manukyan'a ait... kısmetime sıçayım.. yemLenmeLeri, bokLarı püsürLeri herşeyi önümde bu kuşLarın.. yeni aLdığım gazeteyi kaykıLarak keyifLe okumak isterken, martıLarın sesi yüzünden konsantre oLamıyorum.. radyonun sesini uzaktan kumanda iLe açmaya çabaLadım ama piLi bitmişti mecburen yerimden kaLkıp eLimLe açmak durumunda kaLdım.. tekrar koLtuğa kaykıLırken soL ayağımdan terLiğin çıktığını gördüm.. hiç fark ettirmeden ayağımın baş parmağı iLe terLiğe hakim oLmaya çaLıştım… terLik ağır... hemen bir strateji geLiştirerek sakin oLmaLı, ters bir hareket yapmamaLıyım..
10:24
terLik tam ayağımın ucunda duruyor... kendi kendime söz verdim, eğer terLiğimi tek bir hareketLe yere basmadan giyebiLirsem size bu yazıyı yazıcam.. yok eğer başaramazsam koLtuğun üstünde biraz daha kaykıLıp, öyLece keyfime devam edeceğim...
Uğur Erdoğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.523 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SEN
Sen, bir bahar sabahı
Serinliğinde üşüdün mü hiç?
Aylardan nisan ya da mayıs ne fark eder ki?
Senin ruhun üşüdü mü?
Akşamın karanlığında.
Sen hiç yağan yağmurda
Daldın mı? Uzaklara biraz mahmur.
Konuşan dillerin oldu mu? Bir gün lal.
Günlerden salı ya da çarşamba ne fark eder,
Dağları silkeledin mi sen?
Omuzlarından aşağıya doğru.
Gün doğmadan çıktın mı yola?
Akasyalara su verdin mi sen?
Hayatın su gibi berrak oldu mu?
Su gibi akıp gidebildin mi? Hayat yolunda,
Su gibi aziz olabildin mi sen?
Hürriyetin tanına varabildin mi?
Temmuz sıcağında kucakladın mı? Akdeniz'i.
Küçük çayırlardan, hülyalı yollardan geçtin mi?
Bir şairi sevdin mi sen?
Yollara çıktın mı? Şubat soğuğunda.
Hiç kimsenin basmadığı daha,
Karda izlerin kaldı mı senin?
Kardelen çiçeğini selamladın mı?
Bir Pazar sabahı,
Övdün mü onu?
Başardı yaşamayı diye, bu soğukta.
Bir gül verdin mi sen? Kendi kendine.
Ve kendini sevebildin mi sen?
Bir çocuğun çığlığını taşıya bildin mi?
O kocaman yüreğine sığdırabildin mi bunu?
Selam verebildin mi?
Gökyüzüne, Güneş'e ve Ay'a.
Sen kabullene bildin mi kendini?
Barışa bildin mi yalnızlığınla?
Duyabildin mi? En derindeki çığlıkları,
Ve en önemlisi,
Sevebildin mi en kötüyü?
Yaratandan ötürü.
Neslihan Güzel
Yukarı
|
Sudoku #21
Çözüm: Sudoku #20 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Çizen: Serdar Kıcıklar Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Köklü ve varlıklı bir aileden geliyorum ve Türk olduğum için gurur duyuyorum. Büyükbabamın büyükbabasının babası, 1822 yılında Sakız adasında çıkan Yunan isyanını bastıran ve Sultan 2. Mahmud'un kendisine verdiği bu görevi eksiksiz yerine getirdikten sonra, burada şehit olan (Nasuh oğlu) Kaptan-ı Derya Ali Paşa'dır... http://www.nasuhmahruki.com fazla söze gerek yok. Yıllardır takdir ederk takip etmeye çalıştığım, Ali Nasuh Mahruki.
Evinde uydu yayınlarını takip etmeye çalışanlar için küçük bir kaynak http://www.satturkey.com/ . Şifreli yayınlar hakkında detaylı bilgi almak isteyenler için ise verdiğim kısayoldaki web sayfasında bulunan turkeyforum kısayoluna tıklayıp, ulaşacağınız web sayfasına üye olmalarını tavsiye ediyorum. Üye olduğunuz takdirde multivizyon ve benzeri kanalların şifrelerini sorgulayabilirsiniz. Emin olun işe yarıyor.
Kimi ücretli , kimi bedava bol miktarda imaj kaynağına sahip bir web sayfası http://www.brainybetty.com/ . Sadece kendi datasıyla değil, diğer kaynaklara verdiği kısa yollarla da sizlere yardımcı bir kaynak.
Avrupa Yakası isimli diziyi seyredenler, Ata Demirer, yani Volkan'ın "fındık fıstık" isimli şarkısını dinlemişlerdir. Size vereceğim kısayolda bu şarkının video klip'ini seyredebilirsiniz. http://www.komikler.com/komiktv/film.php?catid=0&filmid=3155&g
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
WheresJames Startup Manager v2.21 [368KB] W9x/2k/XP FREE
http://www.wheresjames.com/software/InstallStartupMgr.exe
Bana en çok sorulardan biri de, windows açılışında otomatik olarak devreye giren programların nasıl denetleneceğidir. Normal olarak registry kayıtlarına girilerek yapılan bu değişiklikleri kolaylaştıran güzel bir program buldum sonunda. En güzel yanı, başlangıç programlarını tamamen silmek yerine "disable" etmenize olanak vermesi. Böylece istediğiniz zaman tekrar devreye alarak işinize devam edebiliyorsunuz. Çok program yükleyenlere sistemi hızlandırabilmeleri açısından şiddetle tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|
|
|
|