İstanbul 25. Film Festivali



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 958

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 6 Nisan 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Dağda ne işin var aslanım?


Merhabalar,

İtiraf etmekten korksakta pis bir gerçekle karşı karşıyayız. Altı yıldır bitti gözüyle baktığımız terör meğer kış uykusundaymış. İşte gene başladı. Geçen altı yılda İmralı'da misafir ettiğimiz terör başını güvenliğin bekçisi zannederek gösterdiğimiz vurdumduymazlığın ürünleri bunlar.

Dün yazdıklarımla ilgili birkaç olumlu olumsuz mesaj aldım. Olumsuzların ortak paydası "Ne verdikte ne istiyoruz."du. Evet haklısınız, gerekeni veremiyoruz ama gerekeni alamayan bir tek Güney Doğu mu? Memleketin her köşesi refah içinde de, problem sadece orada mı? Problem Kürt sorunu olmaktan öte, uygun ortam bulup kıllanan bitlerin gövde gösterisi yapmak için sahneye çıkmasıdır. Altı yılda sessizliğin ve başsızlığın erezyona uğrattığı pekaka "Ölmedim, buradayım." demektedir. Ve ne acıdır ki, bu sefer ilk öğretim çağındaki çocukları alet etmektedirler. Son birkaç günde Diyarbakır'da, yaşları 12-18 arasında değişen 203 çocuk gözaltına alınmış ve bunların 83 tanesi tutuklanmış. Bugünü çözmekten uzak olduğumuz aşikar, hiç olmazsa, geleceği kurtarmak adına, bu çocuklara insan gibi yaşam, adam gibi eğitim vermenin yollarını arayıp bulmalıyız. Bugün polise taş atan bebenin yarın dağda adam kesmeyeceğini garanti edebilir miyiz? Laf ebeliğini siyaset sanan yöneticilerden arınmadıkça da bu işlerin üstesinden gelebilmek hayaldir.

Bir diğer mesaj, "Aslanım nedir istediğin?" soruma cevap vermiş. Ve hepimizin bildiği çarpıklıkları, eksiklikleri sıralamış. Sıradan insanlar için yerden göğe kadar haklılar. Oysa ben bu soruyu dağdaki gence sormuştum. Eğer bu gençler, elde silah, refahın, özgürlüğün, toprağın, demokrasinin peşindeyseler vay halimize.

Gelin bu sıkıntılı havayı güzel bir şarkı ile dağıtalım. Modern Talking söylüyor, Cheri Cheri Lady. Hepinize bahar coşkusu ile dolu bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Ankara'ya dönüşlerini...

Bir ay öncesinden biraz 'dinlenmiş' İstanbul notları...

Tübitak - diğer bazı kuruluşlarla birlikte- Emniyet Genel Müdürlüğü'nün temel gereksinimleri çercevesinde başlatılacak AR-GE çalışmalarına destek vermeyi planlıyormuş. Konu ilgilileri azcik kafa yorsunmuş... Nerede? Gebze Marmara Araştırma Enstitüsü'ne ait beş yıldızlı kampüslerden birinde. "Hocam, trafik güvenliği konusunda sizde buyrun." dediler ben de kalktım gittim, ne yapayım? Ankara'dan yola çıkarken, ben gripten kırılıp dökülüyorum. Olsun varsın, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Pilav dedim ya! Otobüsün içinde etli pilavdan tutunda, irmik tatlısına kadar her şeyi ikram ediyorlar. Mide fesadına uğrayacagiz. Ben de güya hastayım, tıkınmaktan geri durmuyorum. Varan-molasız- beni hoppacacık İstanbul'a indiriyor.

Akşam İstanbul'dayım. Yorgunluk ve ateşten çok keyifsiz bir gecenin ertesi sabahı teknik toplantılara katılmak üzere gerisin geriye Gebze'ye gidiyorum. Akşam treniyle gelen benim 'özel asistanım' Alp'i de gardan toparlayıp, kampüse varıyorum.

Amanın başta elektronikçiler olmak üzere duyan-davet edilen- gelmiş! 'Uzmanlar' bir gün önceden Tübitak Otellerine yerleşmiş, çayır çimen salına salına yürüyorlar... Bizim grupta Bahceşehir Üniversitesi Bilgisayar Bölüm Başkanı da var. Oradan buradan konuşurken Sevgili Hocam demesin mi Kadir Topbaş Belediyesi çok bilimselmiş falan filan. Nereden belli? Hocamın kendisine danışılıyormuş! Ne yapıyorsunuz Hocam belediyeyle? Akım simulasyonu... Yönetimdeki üstatlar her tarafa plansız proğramsız- çok büyük paralarla- işlemeyecek kavşak, tünel yapıyorlar, Hocam ve onun gibilerde bilimden, plandan habersiz bu garabetler üzerinde trafik akımını ekranda modelleyecek. Böyle bilim insanları oldukça tabii Tayyip Bey'de çıkar itiraz edenlere "Ali kıran başkesen misiniz? Sizden başka bilen yok mu" der. (İyi ki karşı çıkan İTÜ'lülere 'Alın ananızı da gidin' dememiş!)

Tüm günü bu 'bilimsel aktiviteye' veriyorum. Konaklatıyorlar ya, gece sekizden sonra birkaç sunu-çalışma daha koymasınlar mı? Kardeşim lise mutalalarından bu yana akşamları düzenli-disiplinli çalışma alışkanlığım yoktur, bu da nereden çıktı? Şaka bir yana gripten de nefes alamıyorum. Ben akşamüzeri, genç arkadaşımı 'tek yetkili' ilan edip İstanbul'a dönuyorum!

İstanbula kadar geldim ya! Devrisi gün, salya sümük Erenköy'deki Sunay Akın'ın 'Oyuncak Müzesi'nin yoluna düşüyorum. Köprünün tersi yönüne seyahat ettiğime sevinirken, sonradan girdiğim ara caddelerinde farklı olmadığını seziyorum. İstanbul'un tamamıyle ... çıkmış! Eskiden trafikte vakit gecirip yine de az çok işinizi, ziyaretinizi yapardınız. Şimdi yüz yıl öncesine dönülmek üzere. Bir tam gününüzü yolculuğa verip, ulaştığınız yerde konaklayacaksınız. Ertesi gun ziyaretinizi ya da toplantınızı yapacaksınız! Bir günde ilave dönüş. Üç gün.

Müze dört katlı eski bir İstanbul Konağı'nın içine yerleşmiş. Sunay Hoca'nın büyüklerinin mi neymiş bu konak? Saat 9:30'da açılıyor ve ben bir dakika gecikmeyle içeri daliyorum. Müze ekibi azcık saşkın ben onlardan daha saşkın. Olağanüstü güzel bir mekan. Resmen oksüre hapşıra da olsa bir yarım saat dalıp gidiyorum güzelim oyuncaklar arasında. Bir ara katta yine oyuncaklarla dolu mekanda çay soluğu vermişken, İstanbul'un beklediği depremin nihayet geldiği izlemini veren gürültü ve sarsıntılarla yerimden fırlıyorum. Ateşim çıktı ben rüyamda mı bu oyuncakları gördüm ne oldum demeden her yaş grubundan onlarca çocuk, çil yavrusu gibi katlara dağılıyorlar. Meğerse her gün karşıdan, buradan dört okul randevulu olarak müzeye ziyarete gelirmiş, randevular da doluymuş. Amanın...

Gerisin geriye çıkıyorum. Bu kez de karşıya geçme niyetim var ama. Ne mümkün, araç kuyruğu aynı ihtitaşımıyla sürüyor. Bir zaman sonra nihayet karşıdayım. Bu kez sırada meşhuur Picasso Sergisi var. Boğazın bir ucunda. Beşiktaş'tan sahil sahil geliyorum. Güya temiz hava azcık İstanbul nostaljisi. Sabancılar'in Köşkü civarina geldiğimde tam bir şok yaşamaya başlıyorum. Trafik kapanmış. Sayısız otobüs, minübüs, midibüs, özel araç vs. denizin üzeri hariç bulabildikleri her yere park etmişler. Konya Meram Lisesinden, Üsküdar İmam Hatip'e, Kuzguncuk Anaokulundan, Polis Kolejine kadar okul afişi konulmuş onlarca araç. Kardeşim nedir bu? Bizimkiler Isviçrelileri ikna etti, Turkiye'nin grup eleme macları mı başladı, seyircili? İyı de boğazın bu köşesine stad ne zaman yapıldı? Güya İstanbul Uzmanı arkadaşlardan son dakika sergi trafiği tiyoları almıştım. "Haftaiçi daha iyiymiş!" Buyurun bakalım.

Tam kırk dakikada bilet alıyorum. Yine de fena gitmedi, peki kalabalığın gerisi nerede demeden cevabını buluyorum. Girişden de uzun bir başka kuyrukta palto, çorap ve iç çamaşırı bırakma kuyruğu! Her dakika her şeyi öylece bırakıp geri döneyim diye düşünüyorum ancak neredeyse amatör bir gazeteci merakıyla çevreyi gözlemeyi sürdürüyorum. Her yaştan, sanırım her meslek grubundan ve elbet öğrenciler de dahil birkaç bin kişi var. Ne Picasso göreceğimiz varmış be? Hani hergün kitap okur, sergi, müze gezeriz de, bu kusur kalmasın! Ya da koca ömür geçiyor, bari şu keferenin sergisini görmedik demeyelim hesabı!

Sergi salonlarına girmeyi basardığımda, müze bahçesine sokulmamın üzerinden bir buçuk saat zaman geçmiş. Ancak asıl sürpriz içerde! Her resmin başında kulaklarında aygıtlar benim yurdum insanı on ya da onbeş kişi. Kardesim, Picasso'nun normal fotoğrafı ve yaşam öyküsünün yazıldığı panoların önünde bile izdiham var! E pes doğrusu. Yalnızca on dakikada çıkışı bulmak icin turlayıp bahçeye kendimi zor atıyorum. (Dönüş Varanının yarısı da bu sergiyi gezmeye gelmiş karıkoca ODTÜ'lü öğretim üyeleriyle doldurulmuştu!)

Şahsımında dahil olduğu bu hezayan nedir? Bu nedir bu? Yeni bir tüketim çılgınlığı mı?

Bu 'muhtesem sergi'den aklımda yalnızca deli ressamın girişte duvara yazılan şu sözü kaldı.

"Yaşama fazla kafa yormayın. Herşey rastlantılara bağlıdır." gibisinden bir yumurtlama bu. Bir hafta önce de 'Maç Sayısı'nın tanıtımında bir diğer deli Woddy Allen'de benzer laflar etmemiş miydi?

Demek ki bu 'delilerin' bir bildiği var!

Hesapta birbuçuk gün daha kalacağım İstanbul'da. Ancak ben ertesi gün aksamüzeri öksürükten nefes alamaz halde gerisin geri 'köyüme' dönüyorum. Üstat Yahya Kemal'in tersine...

İstanbul'un da en çok....
Su Ankara'ya dönüşlerini
Seviyorum...

Cumhur




Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Laura Avadar

 Kahveci : Laura Avadar


  Nereye açılır 'Üç Horan' kapıları

İstiklal Caddesine adımımı attığım andan itibaren kalabalık beni tek bir yere doğru götürür. Yol boyunca dizilmiş, sergi salonları, barları, kafeleri, mağazaları, sinemaları, peşine çocukları takmış öksüz tramvayı geçe geçe bir de bakmışım kapısı önündeyim.

Beyoğlu, en az barları, kafeleri, sokakları ya da meydanları kadar pasajlarıyla da ünlüdür. İstiklal Caddesine adımımı attığım andan itibarense peşine takıldığım kalabalık beni Çiçek pasajına doğru götürür19.yüzyıldan beri ayakta kalmayı başaran Çiçek Pasajı. Eski adıyla Hristaki Pasajı Tiyatro sokağının hemen köşesinde bekler müdavimlerini. Birahaneleriyle ünlü olan pasaj Beyoğlu'nun ilgi çekici mekânlarından biri. İstanbulluların ve İstanbul'a yolu düşen hemen hemen herklesin uğrak yeri olan pasaj sokak çalgıcıları ya da fasıl heyeti eşliğinde yenilen yemekler ve bin bir çeşit meze tabağıyla içilen rakıların mekanı aynı zamanda.

Beyoğlu çok eski bir yerleşim birimi olması dolayısıyla eğlence mekânların dışında birçok kilise ve havrayı da kucaklar. Sayısız kilise ve havranın bulunduğu Beyoğlu'nda bir kilise vardır ki kök saldığı yer dolayısıyla diğer tüm ibadethanelerden ayrılır. Çiçek Pasajı'nın hemen yan sokağında yer bulan Üç Horan Ermeni Kilise'si her sabah kapılarını Tarihi Beyoğlu Balık Pazarı'na açar.

Renk renk, çeşit çeşit tezgâhların süslediği her gün binlerce insanın yürüdüğü her an yeni telaşların hissedildiği, İstiklal Caddesi'nin kalabalığından sıkılanların veya acıkanların ayrıca yiyeceklerin en tazesini almak için alışverişe çıkanların uğrak yeri olan pazar, loş hali ve verdiği ferahlık hissiyle insanları kendine çekerken bir de içinde Üç Horan'ı gizler.

Dükkanların arasına ustaca gizlenmiş kapısı nedeniyle,orada yaşayan bir kilisenin varlığından habersiz olan birinin onu görmeden önünden geçmesi olası. Pazarda yol boyunca kalabalıkta kimseye çarpmamak için atılan küçük adımlardan sonra kilise bulunur siyah boyalı demir kapısı önünde durup etrafa bakıldığında göze hemen karşıdaki mezeciler ve birahaneler çarpar. Bir an için pazardaki her hangi bir dükkânın eşiğinde duruyormuş hissine kapıldıktan sonra vücudun gerisindekinin bir mezeci dükkânı değil bir kilise olduğu anlaşılır. Nice gelinin çiroz satan balıkçılar arasından gelinliğini savura savura kapısından içeri girdiği, çıkarken elindeki çiçeğini bekar kızlara fırlattığı eşik kimi zaman vaftiz töreni için kilise kapısına dayanmış küçük bir çocuğu ağırlar. Belki de gözü yaşlı dostlar kaybettikleri arkadaşları için ağlayarak atar adımlarını yine aynı eşikten içeri. Bin bir çeşit hayat girip çıkar her gün aynı kapıdan. İki koldan akmaya başlar böylece zaman. Bir yanda Üç Horan, diğer yanda Balık pazarı. İkisinin ortasındaysa herkese ait bir yaşam.

Türkiye'nin en eski balık pazarlarından olan Beyoğlu Balık Pazar'ı dört koldan uyanıyor her sabah. Kapıları, İstiklal Caddesine, Sahaflar çarşısına, Çiçek Pasajı'na ve Nevizade'ye açılıyor. Her dayim uyanık kalmayı başaran pazar. On dört balıkçı tezgahı, şarküterileri, manavları, mezecileri, kokoreççileri, birahaneleri sayesinde dolup dolup taşıyor her gün.

Özenle döşenmiş parke taşları üzerinde her sabah taptaze meyve, sebze ve balık taşırınken, öğlenleri pazarın eskilerinden olan kokoreççilerin önünde iğne atsanız yere düşmüyor. Yıllarını balık pazarına vermiş güler yüzlü esnafsa bu kalabalığın nedenlerinden biri. Genelde erkekler görülüyor tezgahların başında ama takı satılan pasajdan içeri girildiğinde Avrupa çarşılarını andıran bir ambiyansla birlikte güler yüzlü hanım efendiler de çıkıyor karşınıza.

Pazarda her kesimden her yaştan insana rastlamak ve her gün yıllardır aynı tezgahlardan alışveriş yapan dışarı mutlaka boyalı ayakkabıları, kravatı ve şapkasıyla çıkan müşterileri emektar esnaf dostlarıyla sohbet ederken yakalamak mümkün.

Masalsı bir havada yapılan alış verişlerin, sohbetlerin, mutlulukla yenilecek yemeklerin ve keyifle içilecek biraların tek adresi Tarihi Beyoğlu Balık Pazarı.

Beyoğlu'na yolu düşen herkesin mutlaka uğraması gereken kendi kimliğini yıllardır koruyan nadir yaşam alanlarından biri kısacası. Kokoreççileri, baharatçıların tavanlarına asılı kurtulmuş biber patlıcanları, turşucusu, hemen sokak girişindeki tütsücüsü, manavı, fırın vitrinindeki yıldız ekmekleri, nazar boncuğu tezgahı ve sakladığı Üç Horan'ıyla her gün yeni soluklar ağırlayan pazar eskiyi de unutmadan sapasağlam ayakta. Belki de bu yüzden özelliğinden hiç bir şey kaybetmeden yaşamını sürdürebiliyor birbiri ardına yeniliklerin tüketildiği Beyoğlu'nda.

Laura Avadar


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  SİNEMANIN ETRAFINDA PERVANE -2-

- Bu gece Yaşar'la kuma gitcez biz…
- Nereye?
- Azimli deresine.
- Kaç para vercek?
- İki buçuk lira dediler.
- Vermez oğlum, o hep kandırıyo…
- Verir be, hem armuda da dalcaz… Traktörü bi çekiyo ağacın altına. Koynumuzu tıka basa armutla dolduruyoz.
- Ben armut ta istemem, para da... Bu akşam sinemada Cüneyt var.
- Her akşam, her akşam sinema, bi akşam da gitmesen geberir misin? Hadi gel hatırım için…

O gece Şerafettin, Melek Hasan, Erdoğan, Fazlı kuma gittiler. Sinemaya gidecek param yoktu ama yine de filmi kaçırmak istemiyordum. Kalabalık bir gurup kapıdan geçerken aralarına karışıp, kaşla göz arası içeriye süzülmeyi düşündüm. Ceyhan Aga numarayı çakar, beni kulağımdan tutup azarlayarak dışarı atar diye yapamadım. Kapının tam önünde uzun uzun bekledim. Bazen akraba, hısım, komşu veya arkadaşlarımdan birinin babası bilet paramı verip beni içeri sokuyordu. Tanıdıklardan birini de göremedim. Keşke arkadaşlarla kuma gitseydim diye düşünmeye başladım. İçeri girmenin mümkünü yoktu.

Artık kendimi kasapların önünde bekleyen köpekler gibi hissetmeye başladığım sırada ışıklar iki kez yanıp söndü. Seyircilere filmin başlama zamanı geldiğini haber veriyorlardı. Taşçı Akif'in kapısının önündeki tespih ağacının dalları arasındaki yerime çıktım. Bu ağaç biraz daha yüksek olsun ve ben de bütün perdeyi görebileyim istiyordum. Sahnenin sadece yarısını görebiliyor ve sesini duyabiliyordum. Film ara verince kapılar genelde açılırdı. Ağaçtan inip ikinci yarıyı rahat rahat izlemek için sinemaya girdim. Zaten filmlerin ikinci yarısı daha heyecanlı olurdu. Sinemaya beleş girmek için her yolu denememe rağmen içeri girdiğimde hep aynı suçluluğu da duyardım. Şimdi Ceyhan Aga'yla karşılaşsam, içeri girdiğim için küçücük bir şey dese, utancımdan yerin dibine girerdim. Kişisel tercihim sinemayı süpürüp hak ederek içeri girmekti.

- Ulen Boztüylü, niye gelmedin sinemayı süpürmeye?
- Babam çapaya götürdü.
- Çaktırmadan gir içeri. Ama yarın sabah burada bekliyorum haa..
- Gelemem ki, yarın da çapaya gitçez.
- Aaa o zaman olmadı işte. Öyleyse bu akşam sana sinema yok.
- Canın sağ olsun abi.
- Ara verince girersin ancak…

Yazlık sinemalar tütüncülerin düşmanıydı. Sabah ezanından önce tarlaya gidip lüküs ışığında tütün kırmak zorunda olanlar uykusuzluktan geberirlerdi. Tütüncüler gün doğmadan, havanın serininde işe başlar, öğleye doğru eşeklere yükledikleri küfelerle evlerine dönerlerdi. Öğleden sonra akşama kadar eve getirdikleri tütünü dizerler, akşam olunca da doğru sinemanın yolun tutarlardı. Bu her gün aynıydı. Tarlaya gidinceye uykusuz bıraktığı için sinemaya lanet ederler, akşam olunca sabaha karşı yataktan kalkabilmek için çektikleri sıkıntıları yeniden unuturlardı. Küçük çocuklar genellikle annelerinin kucağında film başlar başlamaz uykuya dalarlardı. Anneler uyanıp da yaygara koparmasınlar diye bir taraftan kucağındaki yavrularını sallar, öte yandan gözlerini kırpmadan filmi seyrederlerdi. Arada sırada annelerin kucağındaki bebek veya çocuk uyanıp ağlardı. Çocuk birden ağlamaya başlayıp etraftakilerin dikkatini üzerine çektiğinde baba bu duruma bozulur, "Sustur şunu, bizi herkese rezil mi edeceksin? diye çıkışırdı. Anne bu duruma sinirlenip; "O kadar kolaysa al da sen sustur. Sanki ben ağlatıyom? Huysuz işte, aynı babasına çekmiş."diye kocasına ağzının payını herkesin ortasında veriverirdi.

- Kız önüne baksana.
- Biz nereye bakıyoz?
- Bak bir de karşılık veriyo. Sizi sinemaya getirende kabahat zaten...
- Aman anne, getirmezsen getirme. İyi ki sinemaya getirdin.
- Bunlara iyilik de yaranmıyor anam… Sus, dilde pabuç kadar. Hanım hanımcık otur, filmi izle. Zaten babandan zor izin aldım.
- Ben ne yapıyom sanki?
- Sus diyom kız sana, sus artık. Benim cinlerimi tepeme çıkarma, herkesin içinde etlerini yolarım valla senin.

Sinema bileti büyüklere bir lira, çocuklara yetmiş beş kuruştu. Ne zamandan mı söz ediyorum? Üçüncü sigarasının elli kuruş olduğu, akranlarımın yeni yeni cigaraya dadandığı zamanlardan elbette. Gazozun sadesinin de elli kuruş, meyvelisinin de yetmiş beş kuruş olduğu devirlerden… En ucuzu tuzlu ayrandı. Şişesi yirmi beşe… Büfeci Burhanettin yoğurdu çinko, beyaz bir kovaya döker ha bire karıştırırdı. Bazen ayranı bana yaptırırdı. Çok karıştırınca köpüklü oluyordu. Ve o zamanlarda herkes ayran biraz köpüklü seviyordu. Ayranı iyice köpürtüp Sonra büyükçe bir kepçeyle tek tek cam şişelere doldurup plastik kapaklarını kapattıktan sonra, içinde buz parçaları atılmış suya soğumaları için dizerdik. Buz bulmak çok zordu. Büfeci Burhanettin her gün Saruhanlıya gidip ayranları ve gazozları soğutmak için iki kalıp buz getirirdi. Hem sinemaya, hem de gazoza para verip keyif yapmak biraz tuzlu geldiği için seyircilerin çoğu sadece çiğdem (Ay çekirdeğinin yerel adı) çitlemekle yetinirdi.

- Dün gece yine sinemadaydık.
- Her gece her gece ne var sanki sinemada?
- Sen anlamazsın oğlum, Feri Cansel'in bacaklarını görsen aklın giderdi.
- Film işte oğlum, hepsi film… Bacakların görsen ne olcak, memelerini görsen ne? Hem günahmış açık saçık kadınlara bakmak.
- Onlara günah değil, hep bize günah… İyi valla…
- Onların hepsi zaten yancak oğlum, cayır cayır…
- İyi, Sadık Hoca yetmiyordu, birde sen hoca ol bari başımıza... Sen gelme sakın, kendini kurtar. Biz hem gider, hem de yanarız…

Yazlık sinemalı günlerin en komik olaylarından biri her akşam sinema afişini sokak sokak gezdirmekti. Ceyhan Aga'nın tenekeden bir borusu vardı. Bunu dudağına dayayıp filmin anonsunu yapar, yanına aldığı iki çocuk da tahtaya raptiyelenmiş sinema afişini arkasından taşırdı. Neredeyse kasabanın bütün sokaklarına girilir, başrol oyuncularının ve filmin adı haykırılır, hatta konusu hakkında da birkaç tanıtıcı cümle söylenirdi. İşin ilginci film önceden izlenmediği için konusu hakkında söylenen basmakalıp cümleler genelde kafadan uydurma olurdu. Çocuklar genelde utangaç ve çekingen tavırlarla afişi gezdirirken Ceyhan Aga işi dalgaya vurup olabildiğince eğlenirdi. Arada bir filmi unutup ağzına dayadığı boru ile türkü çağırır, inek ve köpek taklidi yapardı. Bazen afişe aldırmayıp "Bu akşam belediye sinemasında, havada uçan gaz tenekeleri, başrollerde Tenekeci Mustafa, Dümbelekçi İksan Abla…"türünden kasabadan kişilerin konu edildiği dandik anonslar yapar, kahvelerdeki adamları güldürürdü.

Sürecek…

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


  MUTLULUĞUN YAZISI

Öyle okurlarım var ki, yaşantımın güllük gülistanlık olduğunu, bu yüzden hayata pozitif bakabildiğimi ve mutluluktan geberdiğimi zannediyorlar. Aslında ellememek lazım; öyle zannetmeye devam etsinler. Ama elim durmuyor işte!

Hayır, korkmayın. Hayatımın güllük gülistanlık olmadığını ispat etmek için, benim de her insan gibi bir sürü sorunum olduğunu, dertlerimin derya benimse sandal olduğumu, acılar içinde kıvrandığımı felan anlatmayacağım. Size ne! Kime ne!

* * *

İnsanoğlunun hayat içindeki temel hedefi mutlu olmaktır. Ancak insan denen doyumsuz yaratık, mutluluğunu bir takım şartlara ve koşullara bağladığı için, her defasında mutsuzluğa ebelenir. Üstelik mutlu olması için gereken şartların bir limiti de yoktur. Hep daha fazlasını ister ve şartlar her gün yeniden düzenlenir.

Bir arabası olsa, nasıl da mutlu olacaktır!
Arabası olur, bir üst modelini ister. Son modelini alır, uçak ister. Uçak alır, uzay mekiği ister.

Bir evi olsa, başka ne ister?
Evi olur, yalı ister. Yalısı olur, ikinciyi ister. İkinciyi de alır, Havai'de de başını sokacağı bir evi olsun ister.

Diyelim ki bankada bir çuval parası, onlarca katı, atı, yatı, uçağı, arabası, kolunda manitası, sağlığı, boyu, posu, kaşı gözü zartı zurtu herşeyi var. Var da, mesela üçüncü kolu yok! Ya da saçları düz değil de kıvırcık. Bu şartlar altında nasıl mutlu olsun?

Diyelim ki birisi yalnızlıktan şikayet ediyor. 'Çık insanların arasına karış, gezilere felan git, arkadaş edin' diyorsun. 'Memlekette güvenecek adam mı kaldı' diyor. E sıkıntıdan patla o zaman!

Diyelim ki bir başkası sevgilisi olsun istiyor. 'Güzelsin, gençsin, iyisin, ara bul' diyorsun. 'Ne arayacağım, o beni bulsun' diyor. E abazanlıktan çatla o zaman!

Bu tür modeller sorunlarına çözüm üretmek bir yana dursun, başkalarının ürettiği çözümlere de burun kıvırırlar. Bunların derdi dert anlatmaktır, çözüm bulmak değil. O anlatmalı; siz dinlemelisiniz. Hatta onu onaylamalı ve ona acımalısınız. 'Ah zavallı arkadaşım, nasıl üzülüyorum senin için bir bilsen!'

'Sen de ne emmeye, ne gömmeye geliyorsun. Seçimlerinin bedelini ödüyorsun.' felan gibi şeyler söylerseniz, 'halden anlamayan kötü arkadaş' olursunuz.

Eğer mutluluğu hedeflerinize ulaşma şartına bağlarsanız, sittin sene mızırdanırsınız. Nietzsche'nin de dediği gibi: Burada amaç hedef değildir. Amaç yoldur, o yolda yürümektir.

Elbette hedeflerin olacak. Elbette o hedeflere ulaşmak için saçını başını yolacaksınız. Ancak bu süreçten zevk almayı da bileceksin.

Hedefe giden yolda, şu anda, hemen şimdi, elinde ne varsa, hangi malzemeye sahipsen, onunla yapacaksın mutluluk pastanı.

Franbuazlı pasta isterim diye tutturmayacaksın. Franbuazlı pastayı ele geçirdiğinde, dişleri dökülmüş, bunak bir şeker hastası olabilirsin. Sokak sokak pastane aramayacaksın. Kaybolursun. Üstelik pastayı satın aldığında, ayaklarına kara sular inmiş, şehrin keşmekeşinde serseme dönmüş ve pasta yiyecek hevesini de yitirmiş olabilirsin.

Giderayak bir tüyo daha vereyim size: Sürekli mızmızlanan, ondan bundan şikayet eden, kendine acıyan insanlar pek sevilmezler. Eninde sonunda yalnız kalıp, kendi kendilerine zırlamaya mahkum olurlar. Çünkü, tıpkı sizin gibi diğerleri de dert dinlemeyi değil dert anlatmayı sever. En çok dinleyen, en çok sevilir. Bu da insanoğlunun en büyük ikiyüzlülüğüdür.

Yaaa nasılmış Abidin! Sen resmini çizemedin ama ben yazdım oğlum; n'aber!
Nanik.. nanik..

Cümle aleme lafımı koyduğuma göre, artık güllük gülistanlık yaşam bahçemdeki çiçekleri sulamaya gidebilirim.
Babay…

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Uğur Erdoğan

 BaLdaki Tuz : Uğur Erdoğan


  iki koLumda feLç

gazeteLerin ve de tüm haber büLtenLerinin güneydoğu da oLuşan isyanı nasıL nasıL göz önüne serdikLerini, ama aynı şekiLde büyük bir ustaLıkLa sümen aLtı ettikLerini net oLarak gördük.. yıLLardır izLiyoruz aynı şeyLeri.. artık ezbere türkü söyLemek gibi oLdu her şey..

dünkü baskıda editör'ün sorduğu bir soru vardı ''asLanım nedir istediğin''.. bu konuda bende bir şeyLer söyLeyeyim istiyorum.. yok yok en iyisi ben de söyLemiyeyim de başka bir şekiLde örnekLer vereyim, sizLer az buçuk anLayın...

sinop'ta, edirne'de, zonguLdak'da, muğLa'da, konya'da, afyon'da baLıkesir'de, bursa'da, kocaeLi'de yaşayan insanLar neden ayakLanmıyorsa, oradaki ayakLanmanın sebebi de onun tam tersidir....

daha öncede bu konuda yazdım bu işin iki aşaması var.. birincisi ''ırkçıLık'' ikincisi ''yatırım ve sanayiLeşme''... ''ırkçıLık'' taa pers imparatorLuğu zamanına, ''yatırım ve sanayiLeşmemek'' de 83 yıLLık Cumhuriyet tarihine kadar gidiyor...

çözüm aşamasında bu işi net oLarak çözebiLecek tek kişi ''Atatürk'' idi...
fakat o da çözmedi.. oysa dünya tarihine baktığımızda onun kadar birLeştirici özeLLiği oLan bir Lider haLâ yok.. savaşLardan çıkmıştı, üLkede nüfus çok azdı, beLki yorgundu, beLki de işine geLmedi biLinmez bugünLere kadar geLindi işte... şimdi kim kaLkar nasıL bir çözüm iLe gündeme geLir biLemem fakat en berbat çözüm ab ve abd zorLa dayattığı bizim sınırLarımız ve ortadoğu içindeki Kürt devLetLeri kurma girişimidir...

onLarın stratejisi ise gayet basittir.. böLgenin doğaL kaynakLarı muhteşemdir ve asLa bir başına bırakıLmamaLıdır.. böLge haLkı bağLı buLundukLarı sınırLar içinde işsiz, eğitimsiz, sağLıksız ve fakir bırakıLmıştır... dünyanın her yerinde işsiz, parasız, öğretmensiz, doktorsuz ve dahi topraksız insanLarı sürükLemek koLaydır, nitekim kürt sorununa ab'nin demokratik bakışı, abd'nin ve ona eşLik eden sömürge devLetLerinin de siLahLı bakışı ırak'da işgaLinde net oLarak da görüLmüş ve dünyanın gözüne gözüne sokuLmuştur…

yani çaLışan işi oLan, fabrikaLar kuran bizLer, TC oLarak istedikLeri kadar özgürLük sunaLım, siLah bıraktıraLım ve kaynaşaLım hiç bir şey fark etmeyecek, bu sorun her iki taraf da çok istese de asLa bitmeyecektir...

çünkü bizim de, KürtLerin de göbek kordonunu kesen ve sakLayan hep başkası… oysa o kordonu biz kezsek içindeki kan iLe iLik nakLini gerçekLeştireceğiz... fakat egemen güçLer kavanozLarın içinde tutuyor, istediğine istediği kadar özgürLük ve sağLık sunuyor…

peki dağLarda çatışan, birbirine kurşun yağdıran her iki tarafta oLan ve öLen ve de yöneten kişiLerin bizLer kadar akLı yok mu..? bunu ya da başka ihtimaLLeri düşünemiyorLar mı..?

döküLen kanın tek sebebi bence her iki tarafın gençLerine de, haLkına da aynı sözLer miLLiyetçi bir türkü kıvamında çatır çatır her gün söyLenendir...

''asLa ve de asLa, kansız bir şekiLde üLke kurtaramaz ve kuramazsın...''

her gün bu türküyü bangır bangır söyLüyorsan, TC oLarak Linç küLtürünü ve koLLuk güçLerini poLitika ve günLük hayat içinde birer siLah mekanizması haLine getirmişsen, eğitimsiz, yatırımsız ve işsiz bırakarak isyana yönLendirmişsen, Kürt oLarak da biz toprak değiL özgürLük istiyoruz deyip bu toprak içinde kurtarıLmış böLge iLan edersen, dağdaki asker kardeşini, köydeki öz kardeşini vurup vurup topLu mezarLar açtıyorsan nerde kaLdı tarihseL süreç ve kardeşLik…

bugüne kadar gördüğümüz tek şey bu üLkemizde ve dünyada ''barış'' dediğimizin Laf ve siLah iLe oLmadığıdır…

her şey görüdüğünüz gibi,
        iki koLumda feLç benim…

Uğur Erdoğan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  Sokrat'ın Aynası

Çelebilik yüzünden yitirdim ömrümü.
Rimbaud

Her şey bir şiir yorumuyla başladı. Sokrat, şiirde aynasıyla yüzleşiyordu. Gerçeği, aradığı bir zaman dilimine oturtan şair; karısından çok korktuğu bilinen Sokrat'a, aynanın göz kırptığı bir anda karısının bunu göreceği korkusuyla "paylaşılamayan tek şey bir aynayla ke(n)di değil mi?" demeye zorlamıştı.

Sokrat'ın aynası mıydı, yoksa aynaya yansıyan ruh dünyası mıydı aranan gerçek? Biri, somut, öteki yansıyan içsel bir olguydu. Burada paylaşılamayan şey, günlük yaşamda Sokrat'ın karısıyla paylaştığı tek özel eşyanın ayna olduğunu varsayarsak ki o dönemde ayna sahibi olmak da bir ayrıcalıklı durum olabilir. Onu kullanan da toplumun seçkin tabakasıdır. Bunu müzelerde sergilenen aynalardan kolayca anlayabiliriz. Ancak bu seçkinlerin yine de aralarında paylaşılamadıkları nesneler bugün olduğu gibi o zamanda var olmalıdır. Karınızın ya da kız arkadaşınızın cımbızını kullanmaya kalkın bakalım neler işiteceksiniz. Hayatı paylaşmak adına aynı çatı altında yaşamanın her şeyi paylaşmak anlamı taşımayacağı unutulmamalı.

Sokrat da bir filozof olmasına karşın günlük gerçeklerden kendisini soyutlayamaz. O, altın çerçeveli aynayı karısıyla paylaşamıyor. Karısı ise çapkın olduğunu bildiği kocasını elde tutmanın tek yolunun aynadan geçtiğini biliyor. Tek silahı olan aynayı kocasının elinde gördüğünde haklı olarak çıldırıyor.

Kurumuş bir çam yaprağı düşer masaya. Düşen belli ama düşüreni belli değil. Somut olarak görünen salt bir kurumuş çam yaprağı, yeşil kahverengi arası renkli. Peki, bu yaprağı masama kim davetsiz konuk olarak çağırdı? Bu konuda kafanızdan bir sürü kurgu geçebilir. Hayalin sınırlarını zorlayıp belki de "bir çam yaprağı" adıyla öykü bile yazabilirsiniz. Gerçek yaşamdan edebiyatın sanal dünyasına geçişler bazen düş dediğimiz ara yüz gerektirmez mi? Şairlerin kullandığı o denli zengin imgelem dünyasında her zaman yalanla gerçeğin meydan savaşlarına tanık oluruz.

Gerçek yalındır, parlatılmayı beklemez.
Yalansa, bir fahişe gibi sahneye mutlaka ağır bir makyajla çıkmak zorundadır.
En güzel yalanlarsa uzun uğraşlarla kurgulanmış olandır.

Yaşamını yalan üzerine kuran insanlar için paylaşılamayan tek şey, gerçek değildir elbet.

Gerçek, sayısız yalan odacıklarından geçilerek varılmak istenen bir lâbirentin tek aydınlık odasıdır. Bu odada, isterse bir farenin elde etmek istediği peynir kalıbı, isterse Sokrat'a göz kırpan bir ayna olsun, fark etmez; herkesin paylaşamadığı tek şey, varılmak istenen yalnızca odayı aydınlatan gerçektir.

Yazıya konu olan şiirimi merak edenlere aşağıda sunuyorum…

Sokrat'ın aynası

ayna ona gülümseyince
düşünceye daldı Sokrat
"kim bulmuştu aynayı?"
bu en büyük gereci insanlığın
döndü kalemine baktı
harfleri gezinirken ülkede
"bir kalem bile olamadın"
söylendi kendi kendine

kalem dillendi
"sen ey Sokrat!
büyüksün elbet evrende
bense, basit bir yoldaşın
yazarım ancak sana
baldıran içiren gerçeği"

bağırdı aynaya Sokrat
"anımsamaksa gerçeği,
ırmağa dökülen her damla
değişir doğabilmek adına
yağmurlarla"

ayna telaşlı
"eyvah!
geldi karın
yine alacak
beni elinden"

paylaşılamayan
nedir ki hayatta
bir ayna ile
ke(n)di
değil mi?

Ömer Akşahan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.831 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


ben gülüm

kök saldım
sevdaya
önce
sonra
goncalar verdim
kırdılar
bana mısın demedim
yine açtım
ve en sonunda
büyüdü bir gonca
geldi
özenle
kesti biri
ama
ben gülüm
köklerim halen diri

ben külüm

yangındım
önce
yandım birine
hem de
öyle kömür gibi değil
çıra gibi
çatır çatır yandım
tam közlendi derken
yeniden
ve
içinde korlar saklı olsa da
ben artık külüm

gel açtır goncalarımı yeniden seyret karşıdan koparmadan
gel alevlendir yeniden bak ne ateşler yanacak korlardan

Gül Ozan

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #36



  Çözüm: Sudoku #35
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Hayalimdeki bilgisayar ekranı!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Diyelim ki içki içiyorsunuz ve sarhoş oldunuz. Dışarıdan nasıl göründüğünüzü hiç merak ettiniz mi? Size vereceğim bu linkteki sarhoş adamı http://fun.fourecks.de/flash/games/HomeRun.swf mouse marifetiyle yere düşmeden yürüteceksiniz. Ben ancak bir kaç denemeden sonra 70 metre kadar ayakta tutmayı becerebildim. Bakalım siz ne kadar ayakta tutabileceksiniz.

...Mutfak kültürünüzü geliştirmek, en güzel, pratik, kolay yemek tariflerine ulaşmak için yemek siteleri arasında alternatifi olmayan yemek sitesi... http://www.yemektarifleri.org/ Bir de siz deneyin bakalım gerçekten alternatifleri yok mu?

...23 Nisan 1973'te İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Turizm ve Otelcilik bölümünde okurken Leman Dergisinde karikatür çalışmalarına başladı. İlk stand-up gösterisini Leman Kültür'de, 1995'in Ağustos ayında gerçekleştirdi. 1995 Aralık'tan itibaren de Beşiktaş Kültür Merkezi bünyesi altında gösterilerine devam etmektedir... Kim olduğunu merak ediyorsanız http://www.cikolata.net/kimdir/index.php?id=6

Tamamen Türkçe sinemaskop bir animasyon sitesi http://www.animaturk.com/ Tıklayın internette eğlencenin farklı tadını bir de burada deneyin.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PicSizer v3.0 [1.98MB] W98/2k/XP FREE
http://www.snapfiles.com/php/download.php?id=106703
Hala bir resim editörünüz yok ve kocaman resimleri e-maille arkadaşlarınıza yolluyorsanız, bu programı mutlaka indirip bilgisayarınıza yükleyin. Bir klasördeki tüm resimleri dilediğiniz boyuta getiren program, küçülttüğü resimleri bir başka klasöre koyduğundan orjinal resimlerinize birşey olmuyor. Özellikle dijital fotoğraf makinası olanlara tavsiye olunur. Kullanın, hem siz hem de o koca koca resimleri yolladığınız dostlarınız rahat etsin:-))

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060407.asp
ISSN: 1303-8923
7 Nisan 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com