İstanbul 25. Film Festivali



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 962

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 13 Nisan 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Vakit gene geç oldu!..


Merhabalar,

Başlıktan da anlaşılacağı üzere gene geç kaldım. Saat üçü devirdi bile. İzninizle sizleri aşağıdaki güzel yazılarla başbaşa bırakıp gitmem gerekiyor. Ama gitmeden önce yeni araç çubuğumuza gösterdiğiniz ilgi için teşekkür etmek isterim. Şu an itibariyle 361 kahveci yüklemiş, sağolsun varolsunlar. Giderken pikabımızı da ihmal etmiyor ve plağımızı yerleştiriyoruz. Bugün sizlere çok sevgili bir arkadaşımın en sevdiğim şarkısını dinletmek istiyorum. Soner Olgun söylüyor, Kırlangıç. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Filiz Mercanköşk

 Şair Kahveci : Filiz Mercanköşk


  ADAM GİBİ

"Ben ne elbiseler gördüm içinde ADAM yok. Ne adamlar gördüm üstünde ELBİSE yok."

Bu sözü yıllarca sevdik ve kabullendik. Şöyle bildik anlamını. Üzerinde çok güzel elbiseleri olan bir adam vardır. Bu adam her hali ile çok kültürlü, iyi, insancıl duruyodur. Ama insanlar onu yakından tanıyınca ne kadar yanıldıklarını anlarlar. Çünkü insana bir gram önem vermeyen, çok bencil bir tavrı vardır. Sevmeyi ve sevilmeyi bilmemektedir.. Bu ne elbiseler gördüm içinde adam yok tanımının kahramanı... Bir de üzerinde düzgünce bir kıyafeti olmadığı için ilk bakışta adam yerine bile koymayı düşünmediğimiz, sonra da bizi hayretler içinde bırakacak vasıflarla; bilgi, eğitim ve insanlıkla dolu olan bir adam vardır. Bu da ne adamlar gördüm üstünde elbise yok tanımının kahramanı.

Anladığımca bu söz bir anlamda görünüşe önem vermememiz gerektiğini söylüyor. Bana temel olarak aynı anlamda ama daha farklı bir şekilde açıldı bu kez. Kişiliklerimize gidip takılıverdim. Sahte kimliklerimize. Onları tıpkı kıyafetler gibi üzerimizde taşımıyor muyuz? Donanımlarımız, becerilerimiz güzelce olabiliyor... Onları nasıl kullanıyoruz? Adam olma erdemi ile bağdaşık mıyız? Elimizdekilerden neyi, nereye kadar veriyoruz? Vermemiz gerekenlerle gerekmeyenleri, alınıp alınmaması gerekenlerde olması gerektiği gibi dengeleyebiliyor muyuz? İçimizdeki "ben"e belki hiç bir zaman göstermediğimiz itinayı, dışımızı cilalayıp parlatmak için harcayıp, ona buna ben buyum diye göster miyor muyuz? Dostlar, ahali... İnsan şudur... Nitelikleri de bunlardır diye... nutuklar savurmuyor muyuz?

Sonra içinde sevgi kırılımları olan birileri gelip, bu ışıl ışıl, sıcacık kıyafetlerin ağına takılıyorlar. Henüz bir dış kıyafet olduğunu bilmeyerek. Kendilerini anlayan, kendileri gibi olan, kendilerine yakın, ortak paydalarda buluşabilecekleri birilerinin varlığını bilmek... Bu ne mutluluk... Kişinin en sonunda yalnız olduğu kendine kaldığı doğruydu. Ancak, en sonun öncesinde bu insanların varlığıyla yalnızlık giderilebilirdi. Demek ki yalnız değillerdi... Gönül kapıları aralanır gerçek yüzlerle karşılaşana değin...

Yerkürenin dilinden adlı yazıma bazı okurlardan yanıtlar aldım. Birinde şöyle diyordu. "Güzeldi, tad alarak okudum da bu duyarlı insanlar nerede?"

Sevgili sen… Haklısın bu serzenişinde. Uzun olacak fakat işte sana cevabım. O duyarlı insanlardan biri benim dersem inanır mısın acaba? Buna rağmen tavsiye edemeyeceğim duyarlıyım, adam gibi adamım diyen herkese inanmanı. Mücadele veriyorum bu uğurda yenilgiler alsam da. Öyleleri yazdırıyor bana bunları. Gördüysen güzel, yakın, sıcak bir ışık; atılma hemen. Dur, kokla, izle, anla, emin ol… Olumlu ise sonuçların aç kendini kendin gibi.

Bilgi, eğitim ve şatavat da almasın aklını başından. Bilgiyi yönetecek erdeme sahip olmayan insanlar daha da hayal kırıklığı yaratabilirler üzerinde. Her güzel konuşan, yazan, çizen,erdemli görünen, aklını başından alabilen, başkalarını dürüstlük konusunda eleştirenler sanır mısın kendin gibidir? Sözlerden çok eylemlere bakmak gerek sanırım. Bu çok hoş görünümlü, sen ve toplum için en iyiyi istediklerini söyleyen, seni anlayan, vefalı biz çizgi taşıyan insanlar ilk başta yanındadırlar. Dostturlar. İnanırsın bunun gerçekliğine. Bırakırsın kendini. Oysa bu sadece senin gördüğün biçimi, yani için için istediğin, içinde şekillendirdiğin ütopyandır aslında. Bunu sonra anlarsın. Hesapsızca, sevgiyle, güvenle sokulursun. Anne kucağına sokulduğun gibi. İçindeki cahil kirlenmemiş çocuk, bu halin devamını isteyecektir. Fakat olan olur büyü bozulur. Maskeler, kıyafetler yerlerde sürünmeye başlar. Bu tiyatro sana çok arsızca oynanır. İnciterek ama bunu umursamayarak finale giderler. Dünyana güneş gibi doğup el değmemiş yerleri ısıtanlar, masanın altından karanlığı üstüne fırlatarak çekilirler sahneden. Bunun gururunu bile taşırlar hatta. Korunmak için oluşturduğun çeperlerini bunlar mutsuzluğunun sebepleri diyerek yırtmanı telkin ederler. Kendilerine daha geniş yer açmak için, samimice yaparlar bunu. Hatta zaman zaman yırtma bu çeperi istersen derler. Ama bir kere ekilmiştir tarlaya tohum. Onun seni dürtükleyip harekete geçireceğini bilirler. Sınırlarını aştığında ise seni sudan çıkmış balık gibi şaşkınlığa uğratırlar. Önceden çok büyük şeylere tahammül gösterirken, şimdi en ufağına katlanamazlar. Bir bahanedir bu onların kaçışı için. Ve başka insanlara o güzel maskelerini göstermeye devam eder, toplumu kurtarmaktansa asla vazgeçmezler. Önce insanı ufalayıp, incitip, güvensiz hale getirip, sevgiye inancını kaybettir… Sonra da ortalıkta sevgi bayrakları dalgalandır. İkiyüzlülük budur. İçindeki çoçuğa çikolata verip onla oynarlar. Çocuğun ne olduğunu bilmeden, tanımadan.

Böyleleriyle karşılaşırsan üzülme. Kendine insanlara inancını yitirerek onları başarılı kılma. Kaybettim deme. Besleme ikiyüzlüleri. Yaşadıklarını güzel bir kazanım olarak gör. Dersler çıkar. Ama asla sen de öyle olma. Sana yapılan bu çirkinliği sen yapma başkalarına. Kin de gütme. Sonu kötü olsa da, gösterilenler sahte olsa da, güzel hisler yaşattırdılar sana. Hatta teşekkür bile etmelisin. Bundan sonra daha dikkatli olmayı öğrenmiş sayılırsın. Sen yine de her insanın iyi olduğunu düşün. Kaybeden onlar. Temiz bir sevgi, dostluk, insan kaçırdılar ellerinden. Bir yıldız gibi kaydın avuçlarından, tutamadılar. Yıldızdan yansıyan ışığı kara delik gibi sadece yuttular. İşte bunlar kıyafetli olup adam olmayanlar.

Bunlardan sonra iyilerden bahsetmemek haksızlık olur. Onlar oldukları gibidirler. Gündüzüne güneş, gecene ay olurlar. Seni eğitirler, güçlendirirler, mutlu ederler, ilgilenirler.. İhtiyaçlarını görmezden gelmezler. İyilikte de durmaları gerektiği yeri bilirler. Bilge insanlar iyi şeylere bile bir sınır koyarlar. Bencil değildirler. Kendine yetmeyi öğretirler ama seni tekmelemeden, zarar vermeden. Hatta sana zarar vermek isteyenlere kaşı korunmanı isterler dinlenmeyeceklerini bilerek. Onlar az alıp, çok verenlerdir. Anlık menfaatlerle ikna olup insanı üzmezler. Aksine insanı sevindirirler. Kıyafetsiz, menfaatsizdirler. Azdırlar, aşıktırlar, ışıktırlar. İyi anladım insanca çabalarını. Daha bir bilir oldum kıymetlerini. İşte onlar, onlar hak ediyorlar içimizdeki çocuğu… Gerçek çocuklar bir gün sahte kıyafetliler arasından fırlayarak bağıracaklar… KRALLL ÇIPLAAAAKKKK…

Filiz Mercanköşk
fmercankosk@yahoo.com.au


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,008,008,008,008,008,008,008,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Misafir Kahveci : Tolga Tigin Şengür


NEREDE YANLIŞ YAPTIK?

Bundan 8, bilemediniz 10 sene önce bir lisede yada ortaokulda iki öğrenci kavga etse birbirlerini yaralasa Türkiye ayağa kalkardı. Okul önlerinde, çevresinde gençlere tek tek sigara satanlara kıyasıya karşı çıkan, emniyet güçlerini uyaran, gereğinde kendini ortaya atarak kavga eden büyüklerimiz vardı.

Eğitimi sabah sekiz akşam üstü on beş saatleri ile sınırlı görmeyen ve liseyi bitirinceye kadar ana babalarımızla birlikte bizleri kollayan, bizleri kardeşi, evladı, bacısı gibi gören öğretmenlerimiz vardı.

Öğrenci olmanın gerektirdiği sorumluluk, davranış ve etik kurallarını okuldan önce ailede, sokakta, sosyal çevrede öğrenen çocuklarımız vardı.Onları bu yaşam biçimini öğrenmeye ve yaşamaya zorlayan, bir nevi sözlü anayasa gibi dayatan bir toplumumuz vardı.

Okula giden çocuğun en ufak bir olumsuzluk teşebbüsü; “Bir de öğrenci olacaksın, öğrenci böyle mi davranır?” türü sözlerle bertaraf edilir, çocuk öğrenci olmayı, “ÖRNEK İNSAN OLMAKLA” bağdaştırarak gelişimini tamamlardı.Televizyon da hayatımıza bu günkü kadar damgasını vurmamıştı. Basınımız aynı değerler bütününü kucaklama ve çocuklarımızın geleceğini şekillendirici haber ve yazılara öncelik verme eğiliminde idi.

Bu gün, her gün gazetelerde, televizyonlarda çocuklarımızın çeteler kurduklarını, birbirlerini kıyasıya dövdüklerini, haraç topladıklarını, bıçakladıklarını, öldürdüklerini okuyoruz. Silah taşıyan gençleri duyuyoruz. Bırakın sigarayı, esrar, eroin, uçucu madde bağımlısı öğrencilerin yaş ortalamasının 9’lara kadar düştüğüne tanık oluyoruz.

Bu bir patlama noktasıdır.Gençliğin feryadıdır! her şeyi bir kenara bırakıp top yekun harekete geçmemizi gerektiren acil durum çağrısıdır.

Son günlerdeki olayların ardından herkes suçlu aramaya, sebep devşirmeye başladı. Herkes iyi bilmelidir ki bu işin suçlusu hepimiziz. Bu işe yol açan sebep’ de toplumsal duyarsızlığımız, vefasızlığımız ve bencilliğimizdir. Resmi yada sivil bütün unsurlarıyla…

Eğer bizler çok değil 10 yıl önceki duyarlılığımızı muhafaza edebilseydik, çocuklarımızı ve gençlerimizi duygusuz, ruhsuz, ayrıntılarla dolu, müfredatı ezberleme esasına dayalı bir eğitim sistemine mahkum etmeseydik, az da olsa çocuklarımızı, öğrenci olmakla “ÖRNEK İNSAN OLMAK” çizgisinde sabit kılabilseydik bu gün suçlu ve sebep arama makamında olmayacaktık.

Bu sebeple toplum olarak, suçlu ve sebep arama yerine; “Ne Yapabiliriz?” sorusuna cevap aramalıyız diye düşünüyorum. Aydınıyla, düşünürüyle, ilim çevreleriyle bir çok ülkeye nazaran hatırı sayılır bir kültür seviyesine sahip oluşumuzun avantajını kullanarak topyekun bir eğitim, kültür ve sevgi seferberliği başlatmak ve meseleyi kökünden halletmek için geç kalmış sayılmayız.

Değerli Dostlar. Son günlerde ülke gündemini sürekli meşgul eden bu en hassas sorunun çözümüne yönelik olarak birkaç gününüzü almak suretiyle bu konuyu bölümler halinde değerlendirmelerinize sunmak istiyorum. Bu vesile ile şimdiden kıymetli vakitlerinizden çalmak zorunda kaldığım için affınıza sığınıyorum.

Çözüm noktasında çok duyarlı, sistemli, planlı ve kalıcı uygulamalar başlatılmalıdır. Öteden beri uygulanagelmiş yöntemlerin irdelenmesi, masaya yatırılması ve yeni çözüm arayışlarına girişilmesi gerekmektedir. Bu durumu örneklendirecek olursak;

- Okul Önlerinde Güvenlik Güçlerinin Tedbir Alması.

Görünüşte caydırıcı bir unsur gibi görülmekle birlikte, iç bünyedeki şiddet unsurunun okul dışına, ara sokaklara kaymasına yol açar.Güvenlik güçlerinin, okul idareleri, psikolojik danışman öğretmenler, muhtarlar, sivil toplum kuruluşları, aileler ve gönüllü vatandaşlar ile birlikte birebir tespit yaparak her okul çevresinde veri tabanı oluşturmaları, öğrencilerle birebir irtibat kurmaları, olayların ardındaki kişi ve topluluklara ulaşıp onların öğrencilerle irtibatını kesmek için çaba sarfetmeleri kalıcı çözüm için bir başlangıç teşkil edecektir.

- Öğrencilere Konferanslar, Seminerler Verilmesi, Filmler İzletilmesi.

Bu tür konferanslar ve seminerler bu güne kadar, hatalı uygulamalar sonucu ya sıkıcı ve bir an önce bitmesi beklenen uzun sunumlar ya da izletilen yayınlarla farkında olmadan bilinç altında çocukları özendirici etkiye sebep olan materyallere dönüşmüştür. Geçici olarak olumlu gözükse de pratikte öğrenciye kazandıracakları oldukça sınırlıdır. Konferans ve seminerlerin, öğretmenlerin ve ilgili kişilerin gözetiminde öğrenciler tarafından hazırlanması, kendi sorunlarına çözümler üretme, sosyal hayata etkin olarak katılma açısından daha olumlu sonular alınmasını sağlayacaktır. Ayrıca çocukların kendi yaşıtlarının girişimleri ile güdülenmesi ve bir nevi rekabet halinde olumsuzdan olumluya doğru bir iletişim başlamasına vesile olacaktır.

- Ailelere Konferanslar Verilmesi, Eğitim Programları Düzenlenmesi.

Bir önceki maddedeki gibi, ailelerin %60’ ının yoğun iş ve gücünü bahane ederek öngörülen etkinliklere katılmaması, katılanlarında ilgisiz kalması sonucunu doğuracaktır. Bu süreçte ailelerin birebir evlerinde, işyerlerinde ziyaret edilmesi, çocukların eğitim, rehabilite ve yetişmesinde görev ve sorumluluk yüklenmesi çok daha verimli sonuçlar doğuracaktır. Çocukların ve gençlerin kendi derneklerini kurması, kurumlar nezdinde sorunlarına çözüm aramalarının sağlanması, özgüvenlerinin arttırılması, enerjilerinin yasal yollarla harcama eğilimlerinin gelişmesine katkı sağlayacaktır.

- Basın ve Yayın Organlarında Eğitime Yönelik Yayınlar Yapılması ve Kötü Alışkanlıklar, Zararlı Eğilimler Hakkında Bilgilendirme Yapılması.

Çocukların ve gençlerin eğitimi, rehabilitesi, kötü alışkanlıklara ve eğilimlerine karşı tedbir alınması noktasında; yapılan etkinliğin teşhirinden çok içeriğin yansıtılması basın mensuplarının vicdanında kural haline gelmelidir. Bu suretle bir takım istismarların önüne geçilmesi de sağlanmış olacaktır. Belki geçici bir süre günü birlik flaş haberlerin, eğitim, rehabilite ve tedbirler noktasında önü kesilmiş olacaktır.Ama bu kadarcık bir fedakarlık, toplum vicdanına geleceğimizin aynası, temeli olan çocuklarımızın ve gençlerimizle ilgili kalıcı çözümlerin yerleşmesine vesile olacaktır.

Örneğin bir okulda düzenlenen konferansın yayınlanması ve boy boy resimlerin çekilmesi kamu oyunda ne ifade eder? Zihinlerde ne kadar yer kaplar? Sıradan bir düğün ya da törenin uyandırdığı ilgiden ne farkı vardır? Ancak bir çocuğun hayatının kurtarılması için yapılan planlamalar ve rehabilite süreci, bütün katkı sahibi kişi ve kurumlarla birlikte yazılı ve görsel iletişim organlarında mercek altına alınsa ve uzmanlarca incelenip defaatle geri bildirimlere dönüştürülse ve bu şekilde kamuoyuna sunulsa; halkımızın sadece bu çalışmadan alacağı ders yıllar boyu unutulmaz.

- Üniversite Çevrelerinin Sorunun Çözümüne İlişkin Tezler Hazırlamaları, Lise ve Ortaokullarda Ders Kitaplarına Konu ile İlgili Dersler Konması.

Sorunun çözümünde bir nebze katkı sağlasa da bu girişime ek olarak, üniversite öğrencilerinin; gönüllülük esası, dönem ödevi, tez ödevi gibi vesilelerle sosyal sorunlara ve çözüm arayışlarına yönlendirilmeleri, üniversiteler arası iletişimin maksimum düzeye çıkarılması, gerek öğretim üyesi, gerekse öğrencilerin platformlar oluşturmaları kalıcı çözümler için hayati önem taşımaktadır. Tarafımızca Türkiye Eğitim ve Sevgi Seferberliği Projesinde “Her Üniversite Öğrencisine Bir Çocuk” projesinde öngörüldüğü gibi gençlik etkin bir şekilde araştırmaya yönlendirilmelidir.

Sonuç Olarak;

Kişisel benliklerimizden başlayarak, kurumsal benliklerimize kadar sorunun çözümü uğruna bir takım fedakarlıklarda bulunmadıkça ilerleme kaydedemeyiz.Sadece çözüme odaklanarak; yardan, anadan, serden geçmek ilk sınavımız olmalıdır.

Daha hayatının ilkbaharında toprağa düşen körpecik fidanların damarlarından akacak ilk damla yüreklerimizi delip geçmedikçe hepimiz koskoca birer yalancıyız!

Yine; yarınlara aday, geleceğe yürümekte olan küçücük ellere vurulan kelepçenin soğuk demirini kendi bileklerimizde hissetmedikçe hepimiz koskoca birer sahtekarız!

Ve en can alıcı nokta; bu milletin bir ferdi olarak,karanlık sokaklarda kaybolan her çocuğu kendi çocuğumuzmuş gibi hayal edip; “Evladına, ailesine kendini siper etmeyen ata, baba nağmerttir” düsturuyla dertlenmediğimiz müddetçe hepimiz suçluyuz!

Vatan tüm fertleriyle ana, bacı, kardeş olmuş insanların oluşturduğu devasa bir ailedir.Aile olmanın gereği bir vücudun organları gibi dertlere, acılara ortak olmak ve hep birlikte problemin çözümüne katkıda bulunmaktır.

Bizler de babayız, anayız; bizlerin de vatanı, evladı, kardeşi, bacısı bu ülkedir! Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış TÜRKİYEDİR.

Sevgilerimle…

Tolga Tigin Şengür
http://cocukpolisi.sitemynet.com/Bengisu/index.htm
cocukpolisi@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,508,508,508,508,508,508,508,50
6 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Temirağa Demir


Kömürhan’dan bakar Fırat’a kızardı…

Ey gidi koca efem…!!! Sende mi böyle bırakacaktın bizi. Sende mi pes edecektin Azrail’e,sende mi ecelsiz ölecektin be…

Ama eşkıyalar ecelsiz ölürmüş. Duyuyor musun beni cevap ver ne olur. Genç kaldı hep yüreğin, atmosferden sadece oksijen soluyabilmek adına mücadele verirdin. Kızardın haksızlıklara sevmezdin yalancıları. Eli ayağı minyondu ama koca bir devdi o. Sarı saçlı mavi gözlü bir memleket sevdalısıydı… hep kızgın bakan gözerli ve bir o kadar uysal yüreği vardı.

Ama kandırdı bizi, terk etti. Gitti Azrail’e boyun eğdi. Siyah paltosu,belinde silahı,yüreğinde sevdasıyla koca bir efeydi…

Karanlık sokakların çakır gözlüsüydü. Çılgın ve zincirlerden kopmuş aslan gibi yaşardı. Haksızlığa dayanamazdı.

Ağız dolusu küfrederdi çoğu kez. Yumruklarını,dişlerini sıkardı. Bazen dayanamaz. kükrerdi. Eyy gidi koca efem be…!!! Senide kandırdı ya ecel sende takıldın ya Azrail’in peşine….

Az gülerdi. Çakmak çakmak gözleri, sırtında paltosu,yüreğinde sevdası vardı. Ağlayamazdı. Dişlerini sıkardı. Sinirlendiği zaman ağız dolusu söverdi. Memleket sevdalısıydı. Fırat’ın en deli zamanıydı. Kömürhan’dan aşağıya her baktığında yine söverdi.

Kanser yakalamıştı. Ciğerlerindeki virüsler her geçen gün biraz daha çoğalıyordu. Hasta olduğuna inanmıyordu. Ona göre Doktorlar bi halttan anlamıyordu.

Geceleri ellerini açıp Allah’a dua ediyordu. “Allah’ım çocuklarım biraz daha büyüsün sonra al beni yanına ben gidersem çaresiz kalırlar biliyorum günahkarım Allah’ım ama sen bağışlayansın ,dualarımızı kabul edensin biraz daha vakit Allah’ım biraz daha…”

Bu duaları bir süre daha onu ayakta tuttu ama koca bir devin yolculuk vakti gittikçe yaklaşıyordu. Rahatsızlandıkça daha da hırçınlaşıyordu. Tıpkı Fırat gibi…

Gitti dayım. Kimsenin bilmediği diyarlara… çocukları istediği kadar büyüdü mü bilinmez ama o dağ gibi adam o aksi o huysuz insan o uysal yürek… göç etti. İsyan etmeden sessizce kapadı gözlerini.

Üç beş dua okudular arkasından,biraz toprak serptiler üstüne, kazdıkları dar çukura gömdüler. Sıkıldı, tabut ona dar geliyordu. Tıpkı bir dönem demir parmaklıklar arkasında sıkıldığı gibi…

Tabut dar geldi şimdi yaratan onu cennetine alır mı bilmiyorum ama dayım o koca çınar tabutta sıkılır.

Kömürhan’dan Fırata bakar ağız dolusu söverdi. Ölmeyi hiç düşünmezdi. Gitti… Azrail’e söz vermiş meğer bizden habersiz.

Hırçındı. Kızdı mı haksızlık gördü mü gözü dünyayı görmezdi.Asiydi ama berraktı en içindekileri bile görürdünüz tıpkı Fırat gibi…

Ölmek için daha çok gençti. Zamansız bir zamanı seçti göç etmek için ki göçebe hayatı sevmezdi.

Bir Ankara kışında bir aralık ayında soğuk bir şehrin suretinden sıyrılarak gitti…Ankara kışı ölmek için en müsait zamandı belki onun için… paltolu adamlar toprak serpti üzerine maaşlı imam efendi belli bir ücret karşılığında bildiği dualar okudu.

Bir deli Fırat nehriydi. Hırçındı,asiydi ama berraktı en içindekileri bile görürdünüz. Kocaman sevgiler beslerdi…

Temirağa Demir


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Beltan Göksel


İŞTE BENİM HAYATIM -6- BATI'YA GÖÇ

11 yaşına kadar Doğu Vilayetlerinde geçen çocukluğumun bana en büyük üzüntüsü, ilk önceleri sıkıldığım sonraları ise alaydan kurtularak sıyrıldığım Şivem idi. İsim takmışlardı ilk günden, ilk okul beşinci sınıftaydık.. Kürtoğlu diyorlardı. Kürt aşağı, kürt yukarı. Tüylerim hani diken diken olur, ama çaresiz sadece ağlamak ile içime kapanırdım. Çelimsizdim, çekingendim, korkularla karışık zihin bulanıklığı beni perişan ediyordu. Hemen hemen yaşama dair hiçbir fikri oluşmamış, sinema perdesiyle 11 yaşında tanışan, anasız bağrı delik deşik bir çocuktan ne beklenebilirdi ki? Bana kürtoğlu diyenlere bile "Değilim, değilim; olsam ne olacak?"diyecek kükremeyi nasıl yapabilirdim, beni hırpalar döverler diye ödüm kopuyordu. Evde ise bu konuyu açmam mümkün değildi. Hepsi, Nenem dahil konuştuğum her kelimeyi düzeltiyor, "Sokaklarda akşamlara kadar tanımadığımız, bilmediğimiz kimselerin çocuklarıyla arkadaşlık yaparsan, tabii böyle konuşman normaldir" diye karşılıyorlardı.

İlkokulu bitirince Orta Okula yazdırmışlardı, o zamanlar İlk Öğretim okulları diye 8 yıllık okullar yoktu. Artık Orta Eğitime adımımı atmıştım, Azıcık büyümüş sayılırdık, bana artık ilk okuldaki gibi hitap etmezler diye okulların açılmasını beklerken , Babamın müfettiş bir arkadaşının evimizi ziyaretinde bana tanıştırılan oğullarını bilseniz nasıl çocukca bir kıskançlıkla izledim , izledim. . Takım elbise giyiyordu, gömleği kolalı idi ve gravat bağlamıştı. İçim geçti, öyle kenarda "Gelsene bak oğlum""Arkadaş senin için geldi"diye çağırmalarına aldırış etmeden "Benim başım ağrıyor"diye odadan uzaklaşmış, bir daha geri dönmemiştim.

Birkaç gün sonra Müfettişin oğlu kocaman bir Bisikletin üstünde bize geldi"Hadi bin arkamada seni Kütahya'yı gezdireyim"demiştide hırs ile imrenme arasındaki ince çizgide gitmiş gelmiş "Yok ben korkarım binmekten" deyip kabul etmemiştim. Ertesi günler beni alan bisiklet tutkusu ile sokaklarda dolaşmaya başlamıştım ki, gezerken bisiklet kiralayan bir tamircinin önünde buldum kendimi. Saatle kiraya veriliyordu ama ben binmesini bilmiyordum. Hoş, kiralayacak paramda yoktu, seyrede seyrede uzaklaşmıştım. Bana bisiklet alınmayacağını bile bile istemeye karar vermeme rağmen konu bir gün kendiliğinden açıldı. Nenem "Bak oğlum bunlar Şeytan işi""Sen derslerine bak, oku Kadı ol, haylaz çocuklar biner böyle şeylere "demişti. Nihayet anlamıştım ki bu konu iç geçirmelerimi hisseden Babamın alımgücünde olmaması nedeniyle Nenemden "Bu oğlanı vazgeçir, seni dinler" demesinden kaynaklanıyormuş. Kime küstüğümü bile bilmiyorum, ben o günden sonra ne bisiklet kiralamak için tamircinin oralara gittim ve nede bisiklete binen çocuklara karşı ilgi odağımı kurcalamadım. Öyleki öğrenmedim ve bu güne değinde inanın sürmesini bilmeden yaşadım.

Kısa süren yaz bitmiş Orta okula yazılmıştım. İlk gün ilkokuldan arkadaşlarımın olup olmadığını merakla bekledim, araştırdım aynı sınıfa düşüp düşmeyeceğimi. Telaşım, ilkokuldaki "Kürt oğlu"lakabının onlar ile birlikte gelip gelmiyeceği idi. Birkaç gün içinde baktımki ismim ile birlikte lakabımda okula aynen transfer olmuştu. Eee, burada da çekeceğimiz vardı. Sırf bu nedenle hiç kimse ile arkadaş olmadım desem yeridir. Sıkıntımı, adını belleğimden çıkarmadığım herhalde rahmetli olmuştur Türkçe öğretmenime anlattım. Bana şöyle demişti "En iyi arkadaş Kitaplardır, ne bulursan oku"

İlk kitaplarımın arasında onun için Ömer Seyfettinin ayrı bir yeri vardır. O kış bu kitapları derslerimden arta kalan zamanlarda okumaya gayret ettim. Okul sonrası ve tatillerde sokaklardan uzaklaşmıştım. Ancak bu hal benim içime kapanmama neden oluyordu, evde de hele Gelin Kaynana çekişmesinin had safhaya vardığı günlerde okuduğum hikayeler beni hayal dünyalarına uçuruyor, bir çeşit anlamsız düşüncelere boğuyordu. Zaten ikinci cici annemiz ile Nenemin kavgalarıyla dolu olan kafam hikâyelerin kahramanlarıyla özleşmemi değil beni çok derinlere uzaklara taşıyordu.

İçimdeki yoğunlaşan boşluğu yanlızca kitaplar doldurmuyordu. Bir iki şiir karalayayım dedim, becerip beceremediğimi öğrenmek için, sıkılmış, Türkçe öğretmenime de okuyamamıştım. Bir gün parkta otururken yanıma kadar yaklaşan, sonra korkup uzaklaşan, sonra tekrar yaklaşan ve her seferinde yaklaşıp yaklaşıp kaçan bir serçe kuşuna kafam takıldı. Kendimi bu kuşa benzetmeye başladım. Benimde herkesten işte böyle bir yaklaşıp bir uzaklaşan bu kuştan ne farkım vardı. O gün hep bunu düşündüm, düşündüm de cevabını da buldum herhalde, mırıldanmıştım. Ne diye? O kuş benimle oyun oynamak istiyordu. Ya Ben? Ben hiçbir şeyden mutlu değildim ki, sevginin ne olduğunu bile daha anlamamıştım ki. Ama O Kuş mutlu idi, isterse ta uzaklara uçabilir, yarınını sorgulamadan kısada olsa yaşayabilirdi. Ben ise yok olduğum halde kendimi mecburen var gibi hissetmeye zorlanan bir varlık idim. İşte kendiliğinden büyümeye çalışan bir bitki gibi. Herkesin benimle biraz ilgilenmelerini beklerken ellerime tutuşturulan delikli yüz paralarla ben mutlu olmaya çalışıyordum.

O aralar Ezanın Türkçe okunup okunmaması, Arapça Ezan okunması gerektiği yolunda tartışmalar gündemi okadar çok meşgul etmişti ki Babam her gece ajansı diğer haberler ile birlikte tüm dikkatiyle Philips radyomuzdan kulağını yapıştırarak dinliyordu. Ben Nenem ile haşır neşir olduğumdan , onunla Dinsel konularda konuşuyor, bana dualar ezberletiyordu. Ezanın Türkçe olması hoşuma gidiyor, bende gırtlağımı yırtarcasına "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" diye Ezan vakitleri evimizin yakınında olan Mescitten Müezzinin sesini duyar duymaz, bende başlıyordum evde okumaya. . Güzel okuduğumu gören Nenem "Git söyle hocaya sana da Ezan okuturlar" demişti. Demişti de bende o mescitte zaman zaman Ezan okumaya başlamıştım. Sonra öğrendiğim kadarıyla girer namaz da kılardım. O günler inanın sıkıntı duyduğum evdeki huzursuzluklar-gelin kaynana çekişmeleri-Nenemin Babama olan aşırı düşkünlüğünün verdiği sancılar hepsi silinir, yepyeni, kendimi bile tanımakta güçlük çektiğim havalara beni sokardı. Sanki ben bir alimdim ne bileyim ben Bitliste evimizin altında olan Yatır beynime işlemişte, Burada Kütahya'da bile beni takip ediyor gibi hislere kapılmıştım. .

Orta ikinci sınıfa başladığımız yıl, Babamın ters çevirerek abime diktirdiği elbise tekrar terzide rötuş yapılarak bana yaptırıldı. Eskiyen gömleklerimin yakaları ve kolları gömleğimin arkasından çıkartılan kocaman parça ile yeniden yaka ve kol yapıldı. Gömleğin arkasına da çıkan parça kadar patiska dikildi. Nenem bir hız, bir hız söktüğü kazakların sağlam iplerini yeniden eğirerek ebrulu yepyeni bir üçgen yakalı kazak yaptı. Kıyafet tamamdı, çabuk eskimesin diye altına kabara çakılmış fotin de alınınca, okula hazırdık. Çanta bir hayal idi. İlkokulda tahtadan yapılmış kenarları renkli teneke ile sağlamlaştırılmış omuzdan asmalı çantam vardı, ama onu ortaokulda kullanmadım.

Okulumuzun önündeki yol çamuru önlemek için olsa gerek beton kaplanmıştı. Benim ayakkabılarım kabaralı olduğundan Bitlis'ten kalan kayma alışkanlığı ile boydan boya vızztt. . kayardım. Benim gibi kaymak isteyenler bir iki metre mesafe almadan düşüyorlardı. Ben sekiz on metreye kadar sendelemeden kayıyordum. Hah, işte benim de bir ayrıcalığım vardı onlardan, azıcık övünülecek. Seyreden kızlara da bayağı bir havalı oluyordu.

Hemen hemen hiçbir akşam sofrada tüm aile oturamıyorduk. Nenem aileden değildi sanki. Ben Nenemin bizimle beraber sofraya oturmamasından, giderek su bardağının bile ayrı olmasından çelişkiler içinde kalıyor, mana vermeye gayret ediyorsamda sebebini öğrenmeye kalkamıyordum. İkinci cici annemizle gündüz olan kavgalar dolayısıyla küslük bulunduğuna yoruyordum. Nenemin bardağı halen muhafaza ettiğim Ergani'den alınmış altında ayyıldız bulanan bakır bardak idi. Bu bardağı ben götürüp bir kaç kez kalaylatmıştım. Belki de Cici annem O'nun kekik kokusundan, ya da Babama olan paylaşılmaz tutkunluğu yüzünden ve kardeşinin kızının boşanmasına neden olmasını anımsayarak, kendisinin de Babamı işleyerek başına gelmesi muhtemel bir korkudan, bir düşman gibi idi. Çekişmeler o kadar ileri safhaya ulaşmıştı ki evin tadı tuzu kalmamıştı. Babam haftanın iki üç günü Teftiş bahanesiyle ilçelere ve köylere gidiyordu. Ben ise başıboş olmakla birlikte, her şeyde "gerçeğin ne olması gerektiğini "o günlerde düşünmek ve aramak gibi bir benliğe gayriiradî olarak kavuşuyordum. Bu benlik beni tüm yaşantımda "Olması gereken mantıklı çözümlere" daha yakından bakmama sebep olmuştur.

Babam, her iki tarafın -Çünkü Cici Annem ve Nenem birer taraftı- biraz dinlenmesi gerektiği kararını vermiş olmalıki bir müddet Nenemi Dinar'da bulunan sonradan tanımak fırsatınıda bulamadığım akrabalarının yanına gönderdi. Orada Beş ay kadar kaldı. Bu süre zarfında, tüm içtenliğimle ifade edeyim, yüreğimde meydana gelen yıkıntıyı şu yazımda dile getirmede şimdi bile zorluk duyuyorum. Nenemin gidişinin ruhumda meydana getirdiği yıkıntıları anlatmaya kalemimim gücü yetmiyor. Nenem benim için kaybetmiş bulunduğum ve hiç tanımadığım Annemin yok varlığının yansımasıydı sanki . Hani geriye dönüp baktığımda hissettiklerim, Nenemin "Ölümünde "bile bu kadar yoğun değildi. . İnsan kaybedince üzülür, çok yönlü çırpıntılar içinde kalır, ama kayıp bitiştir, geriye dönüşü yoktur, ölüm ise kabul mecburiyetinde kalınan doğal bir olgudur. Nenem hak etmediği, belki de kavgalarında bilemem belkide haklı olduğu bir çizgide idi. Kabul edemiyordum ama sesimi bu konuda çıkarmam mümkün müydü? O benim sadece Nenem değildi, Nenem, beni doğurmayan Annemdi. Ferahlamak istediğimde O'nun sedirde dizlerine yatar, saçlarımda elleri gezerken Annemi süliyet halinde gözlerimi kapayarak hayal ederdim. Aylar sonra geriye döndüğünde hatırlıyorum gidip O'nun yatağında yatmıştım.

Kütahya belki hayatımın en boş dönemi, fazla bir iz yok benliğimde.

Kütahya' da 1. 5 yıl kaldıktan sonra Bolu'ya tayin olduk. Daha belirgin şeffaf gözlemlerin ve anıların biraz daha seçilebildiği günler başlayacaktı.

Beltan Göksel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  TİYATRO, HAYATA TUTULAN AYNADIR

Dünya geniş bir tiyatro sahnesi, insanlar ise kendilerini bu büyük sahnede bulmuş oyunculardır. Hiç kimse kendi isteğiyle oyuna dâhil olmamıştır. Onun için bazıları mutlu, bazıları da mutsuzdur dünyada. Fakat ister gönüllü, isterse gönülsüz olsun herkes oynadığı oyunun hakkını verme gayreti içerisindedir.

Demek ki yaşadığımız hayatla, sanatın bir parçası olan tiyatro arasında çok benzerlikler vardır. Çünkü gerçek hayatta olduğu gibi tiyatro sahnesinde de esas olan insandır. Her şey insan içindir; olaylar insan etrafında gelişir. Bacon, "Sanat doğaya eklenmiş insan demektir." sözüyle insanın dünyaya hâkimiyetini ve onu istediği gibi şekillendirebileceğini ifade etmeye çalışmıştır. Tiyatro da insanı ve dünyayı yeniden şekillendirme ve yorumlama çabasıdır. Bu yönüyle de yaşamın bir parçasıdır.

Tiyatronun faydalarını saymakla bitiremeyiz. Her şeyden evvel tiyatro, izleyenlerin dil zevkine hitap eder, dilin doğru kullanımı husussunda muhataplarını birinci ağızdan bilgilendirir. Eleştirel bakış açısının yoğun olduğu oyunlar; demokrasi, eleştiri, öz eleştiri ve hoşgörü bilincini geliştirir. Şahıslara toplumu ve onun idarecilerini sorgulama cesareti kazandırır. Tiyatro toplumsal meselelere eleştirel açılardan yaklaşarak onların gündeme gelmesini sağlar, çözümüne katkıda bulunur. Yine empati(duygudaşlık) kültürünün gelişmesine zemin hazırlar. Bu da insanların birbirini daha iyi anlamasını sağlar.

Tiyatroda bütün dikkatler oyuncu, konu ve az da olsa dekor üzerindedir. Bu yönüyle dikkatin dağılması, verilmek istenenin buharlaşıp gitmesi riski yoktur bu sanat dalında. Bu durum oyuncunun sorumluluğunu artıran bir etkendir aynı zamanda. Onun için tiyatroda yoğunlaşma, televizyona göre çok daha fazladır. Onun için de daha etkilidir. Verilenler birinci elden alınır tiyatroda; böyle olduğu için de kolay kolay unutulmazlar.

Tiyatro seyirciyle birebir iletişim imkânı sağladığı için sinema ve televizyondan daha faydalı ve daha etkileyicidir. Fakat günümüzde insanlar televizyonu tiyatroya tercih eder oldu. Bunun sebebi televizyonun evlerimizin bir köşesinde her zaman hazır beklemesi, parasız ve zahmetsiz oluşudur. Gerçi son yıllarda tiyatrocular da televizyonlara transfer oldu. Çünkü tiyatro geniş kitlelere ulaşamıyor. Yıllarını tiyatroya verenler belli bir azınlık tarafından tanınıp takdir ediliyorlar. Üstelik tiyatro karın doyurmuyor günümüzde. Ülkemizde diziler ve sinemalar aracılığıyla kısa zamanda şöhret olmak ve maddî anlamda köşeyi dönmek mümkündür. Bu gibi cazibeler tiyatrocuların televizyona kaymasına zemin hazırlıyor. Böyle olunca tiyatro sahneleri iyiden iyiye tenhalaşıyor. Kaliteli ve tecrübeli oyuncular, sahnelerde uygulamalı olarak gerçekleştirdikleri gönüllü mektep hocalığını bırakıp maddî refahı tercih ediyorlar. Aslında onları suçlamak çok da doğru olmasa gerek. Kabahat bizimdir. Bizler sanatçının gönlünü ve karnını doyurmaktan aciz bir milletiz. İnsan kendini rahat ve huzurlu hissettiği yerde şüphesiz ki daha başarılı ve verimli olur. Tiyatro kökenli sanatçıların ağırlıklı olarak yer aldığı dizilerin başarısını da buna bağlamak gerekir.

Tiyatro insanlık tarihi kadar eskidir. Günümüzdeki kitle iletişim araçlarının her geçen gün ilerlemesi tiyatronun kıymetini azaltamamıştır. Çünkü bu sanat, insanla birebir muhatap olmayı ve yüz yüze iletişim kurmayı esas alır. Camın arkasından izlediklerimiz bize soğuk gelmiştir hep… Bunların tesiri, tiyatroyla kıyaslanamayacak kadar azdır. Bunun asıl sebebi tiyatronun gerçekçi bir sanat olmasından kaynaklanmaktadır. Tiyatro diğer güzel sanatların birleşimidir. Çünkü onun içerisinde müzik, bale, dans, dil, diksiyon, şiir ve edebiyat vardır. Bunların birbiriyle yoğrulmuş, yeni bir görünüm kazanmış karışımıdır tiyatro.

Aslında insan tiyatroda kendini oynar. Sahnede canlandırdıkları zaman zaman kendisinin de yaşadıklarıdır. Oyuncular sahnede dillerini ve vücutlarını kullanarak duygularını canlandırırlar. Bunların içinde umutlarımız, kaygılarımız ve özlemlerimiz vardır. Bu sanat dalı aynı zamanda eğitim amaçlı olarak da kullanılabilir. Bu yolla dolaylı da olsa insanlara mesajlar verilebilir. Fakat bunu yaparken sanat ikinci plana atılmamalıdır. Çünkü tiyatroda esas olan kuru fikirler vermek değil, sanat zevkini doyurmaktır.

Batılılar ne derse desin, tiyatronun çıkış noktası ve anavatanı şarktır. Çünkü bu sanatta duygu esastır. Doğulu milletler duyguyu ön planda tutmuşlardır. Oysa Batı hep aklı kılavuz edinmiş ve olaylara rasyonel bakış açısıyla yaklaşmıştır. Oysa insan, duygu ve akıldan mürekkep bir varlıktır; tek taraflı düşünülemez.

Tiyatronun asıl çıkış noktası Eski Yunanistan'dır. Yani bugünkü Ege bölgesinin ve İzmir'in olduğu topraklar… Bu topraklarda doğan tiyatroyu Batılılar sahiplenerek geliştirmiştir. Doğulular ise bu sanatı hakkıyla sahiplenememiştir. Onun için de Avrupaî bir sanat olarak tanınmıştır.

Batılı toplumlarda demokratik ortam Doğuyla kıyaslandığında Batıda daha gelişmiş olduğu görülür. Tiyatro bir kadın kadar hassas ve bir çocuk gibi alıngandır. Onun için tiyatronun gelişip ilerlemesi demokrasi ve hoşgörü kültürüyle yüzde yüz ilgilidir. Ülkemizde tiyatronun gecikmesi veya yeterince gelişememesini az da olsa buna bağlayabiliriz. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz.

Bizde modern tiyatro Tanzimatla başlamıştır. Meddahlık, Karagöz, Ortaoyunu, Köy Seyirlik oyunları Osmanlı Devleti zamanında yaygındı. Fakat bu oyunlarda eğlenmek ve güzel vakit geçirmek esastı. Onun için derinlikten ve eleştiri kültüründen mahrumdular. Dönemin siyasî yapısı buna imkân vermiyordu.

Ülkemizde özellikle Cumhuriyet döneminde tiyatro alanında güçlü atılımlar gerçekleşir. Bu biraz da devletin tiyatroya el atması ve onu sahiplenmesiyle alakalıdır. Devletin bu işe girişmesi, bu sanatı bazı düşünce ve duyguları topluma aktarmada araç olarak kullanma gayesiyle yakından ilgilidir. Özellikle hassas dönemlerde millî birlik ve beraberliğin tesisi için tiyatro oyunları aracılığıyla milliyetçilik duyguları geniş kitlelere yansıtılmıştır. Böylelikle insanların bir araya gelmesi, ortak gayeler etrafında buluşması ve teşebbüste bulunması temin edilmiştir. Bu; etkili, kolay ve ucuz bir yoldu o zaman…

Tiyatro bir milletin kültür seviyesinin göstergesidir. Milletleri daha iyi tanımak ve anlamak, tiyatrolarını incelemekle sağlanabilir. Tiyatro edebî bir mekteptir; hocalarıysa oyunculardır. Bu mektebin talebeleri de toplumu oluşturan fertlerdir. Mektep, hoca, talebe sacayağı dengesi, güdülen gayelere ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Gelecekte Türk tiyatrosunun çok güzel yerlere geleceğini umuyorum. Hayata tutulan ayna olan tiyatroyla nice güzel ve kalıcı temsillere erişmek umuduyla!...

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.831 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Eylül Şiiri

hilesi ve hurdasıyla
geçip gitti bir yaz daha
geldi yine
özlediğim o hüzünlü mevsim

papatyalar
bir çığlık kadar uzaktadır şimdi
ve ben
soru işaretleriyle gözlerimde
bakar kalırım gökyüzüne

ağlayan: bulutlardır

saman sarısıyla gökmavisini
düşlerimde eskittim

ne zaman yorulsam
ağustosun gürültüsünden
aldım başımı
şiir dolu
eylül akşamlarına gittim

Gül Ozan

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #40



  Çözüm: Sudoku #39
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Kayseri'li hemşehrim su kayağında!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Flash animasyon konusunda tecrübe ve çalışma örneklerinin paylaşıldığı bir web sayfası öneriyorum. http://www.flashdevils.com/ Tamamının ingilizce olduğunu en başta belirtmeliyim. Örnek çalışmalar çok fazla olmasa bile, forum için bile girmeye değer.

Meraklısına çöpten adamların web sayfa adresini veriyorum. http://www.stickpage.com/ İster oyun oynayın, ister hazır filmleri seyredin. Biraz şiddet içerse bile özelikle bana cin ali dönemini hatırlattığı için bile görmeye değer.

Çok kapsamlı ve karmaşık olmayan çalışmaları seven ve malzeme bulamayanlar için http://www.designskey.com web sayfasını tavsiye ediyorum. Hele bir de "website resources" diye bir web sitesi kaynak sayfası var, amatör dizayn yapmak isteyenlere basit bir kaynakça olabilir.

Son olarak bir kıssadan hisse hikayesi. Tabi ki benim anlatım tarzıma uygun olarak flash animasyon şeklinde. Mesajı en sonunda verilmiş. http://upchucky.net/~upchucky/flash-fun/farmer-donkey.swf Aslında benim anladığım şu oldu: Bir eşeğe adam muamelesi yapsanız bile eşek değişmez. Ya da atalarımızın dediği gibi: Altın semer bile vursan eşek yine eşektir.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060413.asp
ISSN: 1303-8923
13 Nisan 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com