|
|
|
20 Nisan 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Genişletilmiş kas spazmı!.. |
Merhabalar,
Tayyip Bey kas spazmı geçirmiş evde dinleniyormuş. Kendisine acil şifa dileklerimi iletmek isterim. Öyle ya koca memleketi başbakandan mahrum etmeyi kim ister. Bu kas spazmı iyi bir şey olsa gerek. Derditasayıunutyangelyat diye de tercüme edilebilir mi acaba? Belki de Lumbago gibi bir şeydir. Yoksa "Siz beni fıtık ettiniz." demek mi istemektedir sayın başbakan? İnşallah bir an evvel sağlığına kavuşur ve bizi o derin mevzularından mahrum bırakmaz Tayyip Bey. O yokken şöyle dinleyin bakın etrafı, kimse "Genişletilmiş Orta Doğu Projesi" diye bir şeyden söz ediyor mu? Bunu ilk Buşumuz kadim dostumuz telaffuz etmişti de hepimiz katıla katıla gülmüştük. Ama sonra baktık bizim yöneticilerimiz de tutunmuşlar Buşumuzun eteğine salına salına geziyorlar "genişletilmişte genişletilmiş" diye. Buşumuz, İran imamı Ahmedinecad ile mahalle kavgasına girişince genişletilmişi değil daralmışını bile unuttu oysa. Onun için varsa yoksa İran'ın nükleeri. İmam da az değil hani, "Sıkıyosa gelin" diyor başka birşey demiyor. Bu türden kader adamları sık gelmezler diye biliyorduk, oysa gelin görün ki ikibinli yılların başında 2 tane birbirinden farksız rambo Dünyayı diken üstünde oturmaya mahkum ediyor.
Ne diyorduk? Genişletilmiş derken nereye geldik. Ben bu lafı duyuyorum duymasına da ne denmek istediğini pek anladığım söylenemez. Orta Doğu'yu ne kadar genişletebilirsin ki değil mi? Rahmetli Özal'ın içinde kalan bir hayali vardı, Balkanlardan Çin Seddine Türkleri bir araya toplamayı hayal ederdi hani. Yaşasaydı yapabilir miydi tartışılır, hatta yapabileceği ortaya çıkınca defteri dürüldü bile diyenler var. Neyse, konumuz bu değil. ABD ile ortaklaşa bir projenin içinde olmaktan gururlandığını her fırsatta dile getiren Tayyip Bey ve şürekası, Buşumuz aradan çekilince de konuşmaya devam etmekle kalmıyor ayrıca bir de projenin üstüne yatıyor. Bunda ki hesabın ne olduğunu henüz anlamış değilim. Hani 1 koyup 5 alacağımız projelerden midir, yoksa belden bağlı olduğumuz Dünya finans çevrelerinin bir diretmesi midir yakında bir fikrimiz olur. Beni asıl tasalandıran, İran'ın imamı olası bir ambargo karşısında parmağını kırmızı düğmeye uzatır da, biz de genişletilmiş maymun kıçı gibi ortaya çıkar, Buşumuza destek amaçlı ayazda kalmış tazıya döner miyiz kuşkusu.
Bir yandan televizyonda Özal'ı anma programını izliyorum. Herşeye rağmen, olan biteni gördükçe Özal yaşasaydı durum farklı olabilir miydi diye düşünmekten de kendimi alamıyorum doğrusu.
Neyse bırakalım bunları, kulağımızı pikabımıza verelim. Bakın gene kulak dedim. Birkaç gündür çınlamalar aldı başını gitti. Yakında kulakları kökten halledip huzura kavuşmayı planlıyorum. Var mı bildiğiniz bir kasap berber? Pikap diyorduk değil mi, evet, bugün bir eski şarkının "cover" denilen yeniden yorumlanma halini dinleyeceğiz. Latin şarkıcı Roberto Carlos'un meşhur şarkısı Lady Laura'yı gene bir başka Latin şarkıcı Tamara söylüyor. Güzel bir gün sizin olsun, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar Tarihimden 3. Yaprak! |
|
3 gün önce 17 Nisan'dı !
KAHVE MOLASI'nin 5. Doğum Günü !
Ben 05.10.2004 tarihinde KM'ye katıldım.
Gerçi birikimlerim, anılarım vardı,
"yazma" isteğim de çok büyüktü.
Ama bunları paylaşabileceğim bir ortam yoktu.
İşte bu imkanı bana KM sağladı.
Bununla da kalmadı, bana çok değerli arkadaşlar
kazandırdı.
En önemlisi:
Benim yaşıma başıma,
boyuma posuma,
dinime, ırkıma bakmadan,
Kahveci arkadaşlar beni aralarına aldılar,
her zaman yazılarımı okuyup, daha çok yazmam için
beni motive ettiler.
Eski bir YAPRAĞI havalandırırken,
bugünü fırsat bilip, başta sevgili Editörüm Cem'e ve
tüm değerli yazar-okur aileme bu vesile ile minnet borcumu ödemek istiyorum.
* * * * * * * * * * *
Evet efendim...
Nerede kalmıştık?
Türlü senaryolar üreterek haylaz bir çocuğa yakışır hareketlerle kendimi kovdurmayı başarmış,
böylece 4 yıldan sonra yatılı okumaktan kurtulmuştum.
Bundan sonraki yıllarımı, 14 yaşındaki genç bir bayan namzedi olarak karşılamaya hazırdım...
Bizim okulun (Sankt Georg Avusturya Lisesi)
koyu lacivert forması vardı.
Ayrıca soket çorap mecburi idi.
Kendilerini artık "bayan" kategorisinde hisseden kızlara etek altına giyilen soket çorapların ne kadar banal ve çirkin geldiğini tahmin edebilirsiniz...
Yağışsız havalarda Taksim'den Tünel'e, oradan da Galata Kulesinin dibinde bulunan okulumuza yürüyerek giderdik.
Evden çıkarken naylon ten rengi çoraplarımızı giyer, soketleri de okula yaklaşırken cebimizden çıkarıp ayağımıza geçirirdik.
Tünel'de bulunan Alman Lisesi öğrencilerine istedikleri kıyafetle okula gidebildikleri için gıpta ederdim hep...
Derslerden bahsetmeyeceğim çok,
az çalışıp sınıfları ardı ardına geçiyordum.
En sevdiğim ve iyi notlar aldığım dersler dilbilgisi, matematik ve fizikti.
Fizikten aldığım yüksek notlarımı Avusturyalı yakışıklı öğretmenime borçluydum...
Gözüne girebilmek için en ön sıraya oturur, hiçbir derse göstermediğim özeni fizik dersine gösterir, sınavlarda yüksek notlar alırdım.
Mükafat olarak da her deneyde öğretmene yardım etmek mutluluğuna erişirdim.
Bunun düpedüz AŞK olduğunu düşünebilirsiniz.
Hayır, değil !
Çünkü ben başka birine aşık olmuştum...
* * * * * * * * * * *
Bizim mahallede (Taksim-Gümüşsuyu) kızlı-erkekli çok geniş bir arkadaş gurubumuz vardı.
Yaşlarımız 14-16 arası...
Yaz tatillerimizde evlerimizin arkasındaki boş arsada top oynardık, akşamları da aramızdan birinin kapısının önünde toplanır saatlerce sohbet eder, fıkralar anlatıp eğlenirdik.
Bu mahallede İLK'ler yaşayacağımı kim bilebilirdi ki?
İlk olarak burada AŞIK oldum.
Bu aşk 5 yıl sürdü...
Ama bu bildiğiniz aşklardan değildi.
Hani, 'kendi kendine gelin-güvey oluyor' derler ya,
işte öyle bir şeydi...
Buna 'platonik aşk' da diyebiliriz.
Bu şanslı, ama kendi şansından haberi olmayan delikanlının adı Orhan'dı ve Galatasaray Lisesinde okuyordu.
Onu her gördüğümde elim ayağım dolanır,
kalbim sanki gırtlağımda atardı...
Ona belli etmemek için de büyük gayret sarf ederdim.
Ben 17 yaşıma geldiğimde o 19 yaşına bastı.
Son sınıfta iken babası ona bir deniz motoru hediye etti.
O yaz bizi birkaç kez gezdirdi tekne ile.
Bu gezintiler benim aşkımı daha da kabarttı.
Onun, çaktırmadan, her hareketini izliyor,
bakmaya bir türlü doyamıyordum.
Ben bir APHRODİTE değildim ama onu
ADONİS gibi görüyordum...
Açık kumral dalgalı saçlar, mavi gözler,
1.80 boy, vücudunda gram yağ yok...
Hele kulaç atışlarına bayılıyordum...
Zaten bayılmadığım hiçbir tarafı yoktu ki...
Okulu biter bitmez babası onu askere yolladı.
Öğretmenlik görevi ile Sarıkamış'a gönderildi.
Bizlerle vedalaşırken ağlamamak için kendimi zor frenledim.
O da bir şeyler fark etmiş olacak ki,
bana oradan yazacağını vaat etti.
Ben tabii zevkten uçtum...
İlk mektup gelene kadar da postacının yolunu bekledim her gün.
Ve ilk mektup geldi...
Onun da bana karşı arkadaşlık ötesi duygular beslediğini, ama cesaret edip bana açılamadığını,
mektupta yazmanın daha kolay olduğunu yazıyordu.
Ben de artık hislerimi saklamadan içimi dökmek fırsatını yakaladım böylece.
Mektuplar bu minvalde gidip gelmeye başladı...
Ta ki Orhan Yılbaşı tatilini geçirmek için İstanbul'a geldi.
Yılbaşı gecesini bir arkadaşın evinde düzenlediği partiye beraber gitmeyi karalaştırdık.
Annem bu geceyi kutlamak üzere kendi dostlarına gitti.
Orhan da saat 23.00 de beni almaya bizim eve geldi.
Birkaç dakika baş başa sohbet etmek için yan yana oturduk...
Keşke oturmaz olaydık !
Birden bana sarıldı, dudaklarıma yapıştı, büyük bir şevk ve istekle, ama bir o kadarda sert bir şekilde
beni öpmeye başladı.
Bu benim İLK öpücüğümdü...
Beş yıl platonik olarak sevdiğim erkek tarafından öpülmeme rağmen, birden panikledim, onu itmeye çalıştım, ama o ısrarlıydı, beni bırakmak istemiyordu.
Zar zor elinden kurtulup banyoya koştum.
Aynaya bakınca şok geçirdim !
Dudağımda bariz bir morartı vardı...
İlk önce ne yapacağımı şaşırdım...
Bu vaziyette nasıl partiye gidebilirdik ki?
Ruj sürdüm, bir işe yaramadı...
Sonra pudraladım, üstüne yine ruj sürdüm.
Üstüne tekrar pudra...
Birkaç denemeden sonra biraz olsun kamufle etmeyi başardım.
Bu arada bütün zevkim kaçmıştı.
Asık bir suratla, bet beniz uçuk bir vaziyette
partiye gittik.
Kamuflajı bozmamak için bütün gece ne bir şey yedim, ne de içtim...
O geceden sonra bozulan, hatta BİTEN tek şey
beş yıllık PLATONİK AŞKIM oldu !
Nadya Alpkonlar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Tolga Tigin Şengür |
NEREDE YANLIŞ YAPTIK? 2
HEDEF KİTLELERİMİZ VE ÖZELLİKLERİ
Sosyal hayat bir bütündür. Çocuklar hakkında kitlesel çözüm arayışları bu bütünlüğü bozmaya yönelik çabalar olduğundan çalışmaları kısır döngüye sokar. Çocukların sosyal ihtiyaçları vardır. Çevrelerinde tanınmak, sevilmek, önemsenmek isterler. Fiziki ihtiyaçları vardır, en güzeli giymek, en güzeli yemek ve en güzel yerlerde yaşamak isterler. Hayalleri vardır, özlemleri vardır, hedefleri vardır. Yani her insan gibi! Onları rehabilite ederken bu özelliklerini göz ardı etmemeliyiz ve asla bir anda düzelmelerini beklememeliyiz. Bu mesele zamana karşı yarışan zorlu bir süreçtir. Sabır, sevgi ve kararlılık bu süreci olumsuzdan olumluya doğru iletecektir.Çocuklar ve gençler bir etkileşim içindedirler. Bu etkileşimi olumlu ya da olumsuz yöne çevirmek mümkündür. Problem; “Sokak Çocuğu” olgusuna dönüşünceye kadar süregelen bu etkileşimin içinde aile, toplum, devlet üçlüsü önemli bir rol oynar. Her çocuğun bir ailesi vardır. Çeşitli problemler, sosyal ya da maddi sebepler ailelerin parçalanmasına, ya da çocuğun evden kaçmayı ve sokak yaşamını seçmeyi kurtuluş olarak görmesine yol açan en büyük faktörlerdir.
- Sosyal hayat bir bütündür.Ayrılamaz.
- Sokak Çocuğu sınıflandırması, çocuklara kitle gözü ile bakılması, kitlesel çözümler aranması sosyal hayatı ayrıştırmaya yönelik bir girişimdir.
- İnsan da sosyal hayatı içinde toplamış bir bütündür.Bir yönüyle yaklaşmak her zaman yanlıştır.
- Her çocuğun bir aileye ya da aile yerini tutacak en az bir insana ihtiyacı vardır.
- Her çocuğun yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarının karşılanmasına ihtiyacı vardır.
- Her çocuğun yaşıtları ile bir tutulmaya, kişilik kazandırılmaya, önemsenmeye ihtiyacı vardır.
- Her çocuğun sevgi, ilgi, yönlendirme ile güven dolu bir ortamda geleceğe bakış açısının şekillendirilmesine ihtiyacı vardır.
- Her çocuğun yeteneklerinin ortaya çıkarılmasına, sorumluluk verilmesine ve kendisine güvenilmesine ihtiyacı vardır.
- Bütün bu ihtiyaçların karşılanarak çocuklara ve gençlere sokakların alternatifi sunulduğu zaman kesin ve kalıcı çözümden söz etmek mümkündür.
Günümüzde çocuklar ve gençler:
1. Sokakta Yaşayan, suç işleyen, madde bağımlılığı olan
2. Sokakta çalıştırılan, dilendirilen, aileleri ve akrabaları tarafından istismar edilen
3. Sık sık evden, okuldan, ait olduğu kurumdan kaçmayı alışkanlık haline getiren
4. Okula giden ve suç işleyen
5. Aile ve okul çevrelerinde risk grubunu teşkil eden
6. Hiç suç işlememiş ancak suç işlemeye meyilli
7. Sosyal ve ekonomik yönden tahsilini devam ettirebilmeyi imkânsız kılacak ölçüde yetersiz olan
8. Orta halli fakat herhangi bir sosyal aktivite imkânı bulamayan
9. Maddi durum haricinde ailesine karşı vahim derecede itaatsizlik içinde bulunan ve arkadaş çevrelerinin etkisine kapılan
10. Maddi durumu yeterli, sosyal aktivite imkânı bulabilen çocuklar
olmak üzere on grupta irdelenebilir. Sokak Çocuğu kavramını yukarıdaki gruplardan sadece birinci grup karşılamakta olup, tamamen medyatik ve zararlı bir kavramdır. Sokakta yaşayan çocuk uzaydan gelmemiştir. Bizim çocuğumuzdur. Vefasızlığımızın, merhametsizliğimizin, duyarsızlığımızın bir göstergesidir. O da bizim gibi yiyip içmekte, hayal kurmakta, ağlayıp gülmektedir. Bizim çocuğumuz sokağa çıktığında yeri gelip onunla temasa geçmekte, belki acıyıp cebindeki harçlığını paylaşmakta, belki arkadaşlık edip, onunla oynamaktadır. O halde ona sokak çocuğu deyip hor görmek sosyal iletişim açısından bir fayda sağlamaz, aksine zarar verir. Modern toplumda kitlesel arayışlar, duyarsızlıklar bu çocukların günden güne sayılarının artmasına ve tehlike oluşturacak gruplaşmalara sebebiyet vermiştir.
Tolga Tigin Şengür
http://cocukpolisi.sitemynet.com/Bengisu/index.htm
cocukpolisi@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Doğusu batısı yok…!!!
Bu iç çatışmanın bir an önce bitmesini diliyorum…
Dış mihrakların, bu sinsi oyunlarına geldiğimiz ve ayrımcılık yaptığımız sürece doğu-batı diye ayırdığımız anda daha canımız çok yanar…
Bunların hepsi bir dış kuşatma göstergesidir…
Biz Çanakkalelerde,Anafartalarda kundakta bebeğimizi, sılada anamızı babamızı bırakıp silah kuşanıp vatan için ölüme koşan bir neslin evlatlarıyız. Şimdi bu bölücülük niye?
Dış kuvvetlerin kuşatmalarına boyun eğip de kendi içimizde çatışarak emperyalist güçlerin boyunduruğu altında yaşamak niye…
Doğusu batısı yok. Yıllardır süre gelen bu ayrım yüzünden onlarca kez hezimete uğradık ama hala akıllanmışa benzenilmiyor…
Hizmet götüreceksin, dışlamayacaksın…
Hepsi bu vatanın evladı senin bölge ayırmaya hakkın yok…
Kimse ülkeyi bölmek falan istemiyor. İsteyen azınlık bir kesim var ki ;onlarda dış oyunların temsilcileri…
Ve bir tek amaçları var! yıpratmak…
Emperyalist mantığı yani…
“Yıprat-böl-parçala.”
Doğu hizmet istiyor başka bir amaçları yok…
Bir de doğu deyince neden sığ beyinlerin aklına hemen PKK geliyor onu da anlamış değilim…
Biz Fransızlarla İngilizlerle mücadele ederek hezimete uğratmışız üç beş kendini bilmezin gücü bu vatanı parçalamaya yetmez…
Kimsenin endişesi olmasın…
Ama doğu hizmet istiyor…
Hala yatılı bölge okullarında anne ve babalarının özleminden gözyaşları ile demir ranzaların pasını sökmeye çalışan çocuklar yaşıyor…
Bir eksikleri yok hiç birinizden…
Hatta bir çoğunuzdan daha zekiler…
Ama tek öğretmen ile eğitim görüp yarışa, yaşıtlarından epeyi bir geride başlıyorlar.
İktidarın görevi eşitliği sağlamak olmalı,senin oraya seçilmendeki amaçların en başında sosyal eşitliği sağlamak geliyor…
Sen doğan bütün çocukları aynı parkurda eşit hizada yarışa başlatmak zorundasın…
Sonrasında hayat eleğinden elenen elensin……
Temirağa Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
İŞTE BENİM HAYATIM -7- KÜTAHYA'DAN BOLU'YA
Kütahya'yı hiç sevmemiştim. Ağır geçen kışları ne Erzurum ne de Bitlis'e benziyordu. Hele kışları yattığımız oda da yoğun linyit kokusu hiç geçmiyor, Bitlis' te yaktığımız odun sobamızı özlettiriyordu. Bolu'ya tayinimiz, arkadaşsız geçen Kütahya günlerinin belki de bana bir ödülü gibi idi. "Kürtoğlu" lakabı artık İlkokuldan Ortaokula geçmişti , ama herhalde şehirler arası da benimle gelmezdi. Buna içten içe seviniyordum.
Bolu'ya Nenemi de mecburi ikamete bağlı bir tutsak gibi yanımıza katarak , bir kamyona eşyaları yükleyip yola çıktık. O zamanki kamyonlarda şöför mahli iki sıra koltukluydu. Bir de Babamın üçüncü evliliğinden olan kızkardeşimiz vardı. Henüz yeni yeni konuşmaya başlamış, bendeki öksüz ve yetim büyümenin doğurduğu negatif çarpanları O'na duyduğum sevgiyle pozitife çevirdiğimi hatırlıyorum. Onunla kelime oyunları yaparak eğleniyor, öğrendikçe de mutlu oluyordum. O denli yalınızlığa gömülü idimki O sanki benim yalınızlığımın bağlarını çözüyor gibi geliyordu. Yolculuğumuz boyunca O'nu kucağımdan indirmedim. Koruma içgüdüsü ile mızıldamalarına aldırmıyordum.
Orta 3'ün yarısında tayin olmanın sıkıntısı yeni bir okul nasıl olacak acaba takıntıları kafamı meşgul etmekle birlikte sıkıntımı anlatmaya ne imkanım vardı nede bana karşı olumlu beni okşayabilecek bir söz duyamıyacağımdan kesinlikle emin olduğumdan öff'üm Pöff'üm gereksizdi. Nereye götürürlerse , nereye koyarlarsa orada durmam gerektiğini de bilinç altıma kazımıştım. Özgürlük fikirleri işte bu yolculukta ilk meyvelerini vermeye başladı da diyebilirim. Böyle olmamalıydı, evimizin içinin yıprantılı birlikteliği. Ancak bende özgür düşünceler birazda delikanlılığa ilk adımlarımı atmak üzere olmamın verdiği bir erkeklik uzantısı gibi kalıyor, kabından çıkamıyor, aksi bir çocuk imajı ile sonuçlanıyordu. Senin derdin ne , ne yapmak istiyorsun, daha iyi nedir ne değildir, davranış biçimlerinin ve gelişmenin olumlu fırsatı tanınmıyordu. Karnı doyurulacak, üstü giydirilecek, okuyacak okuyacak adam olacak. His dünyası ile doğru orantılı çocuk özgürlüğü de ne demekti?Söz hakkı tanınmasının asıl çocukken başlatılması gerektiği fikrini burada vurgulayayım. Benim bırakınız çocukken , gençken fakültede okurken hatta okulu bitirdiğimde bile fikir üretme ve söyleme -açıklama getirme hakkım vardı ama pratikte yoktu. Çünkü her türlü söylem ilerde kavgaya alışmış ve bir barışıp sonra küslükler ile devam eden bir hayatın içinde çocuk hakkı, genç hakkı ne odaki. . İşte vurgum şudur, sevgili okurum;çocuklarınıza yerine getirsenizde getirmesenizde mutlaka söz hakkı tanıyın , onların fikirlerini alın, onları dinleme gibi bir alışkanlığınız olsun. Ben, bu alışkanlığı kazanamamın sıkıntılarını çok çektim. İyice yaşlanınca ancak anlayabildim ama iş işten geçmişti. Aile fertlerini şöyle iyice bir susup dinleyebilseniz . O zaman bakın ilerleyen senelerde ne çok rahat edeceksiniz. . .
Bolu'da ilk gün okula giderken kopan "Ben şapkasız gitmem"tartışması benim yine şapkasız olarak gitmemle sonuçlanmış, Dershanelere girmezden önce toplanma yerinde yüzlerce öğrencinin içinde başım öne eğik şapkasız sıraya girmiştim. Herkes sanki bana bakıyordu. O günü öyle atlattık, devrisi gün Kütahya'dan kalma şapkam Çakmak benzini ile silinmiş temizlenmiş halde buruş buruş bir şekilde kafama taktırılarak gitmiştim. Yeni bir şapka alınması diye bir konunun bile geçmesi mümkün değilken "Ben bunu takmam "deyişimin hiçbir anlamı yoktu. Nihayet ben yolda izde okula giderken bu çapaçul şapkayı takmıyor, elimde götürüyor ve getiriyor, sadece toplandığımız zaman kafama geçiriyordum.
Kendi payıma Kütahya da biraz sivrileyim dedim bazı derslerde, haddimi sonra bildirmişlerdi. Kimler mi? Tabii sınıfta tembel takımı denilen kabadayılık kırması yapanlar. Bunlara bakıyor birde kendime bakıyordum. Giyimleri kuşamları yepyeni, ayakkabılar keza boyalı, saçlar zeytinyağı ile karışık limonla ovulmuş ve taranmış. Kantinde her türlüsünü alacak kadar ceplerinde paraları olan kalabalık. . Ben bunlardan değildim , benim geldiğim yerlerde bu görüntüyü hiç yakalamamıştım. Onun için Kütahya da arkadaş edinememiştim, öyle sıkı fıkı cinsinden. Aşık atamazdım çünkü. . Hele bir de benim elimde Ömer Seyfettinin kitaplarını görmüyorlar mıydı, tilt oluyorlardı. Kız arkadaşa gelince nerde bende o yürek cebinde bir simit parası bile olmayan, sabah sabah evdeki kavganın içinden kopup gelen beni , bu sıkıntılı naneyi diğerleri ile eğlenmek varken ne yapacaklardı.
İşte ağzımın payını Kütahya da aldığımdan Bolu'ya geldikten sonra staratejimi değiştirmeye karar vermiş, daha bir olgun davranmaya başlamıştım. İçime kapanıklığı yenmem gerektiğini ancak okulda sosyal bir takım faaliyetlere katılmakla bunun olabileceğini düşündüm. Lisede yıl sonu için bir tiyatro eserini sahneye koyma çalışmaları vardı. Büyük bir cesaretle Türkçe öğretmenine bizimde bir eseri Orta kısım olarak oynayabileceğimizi söyledim. Birkaç gün sonra öğretmenimiz İstiklal Harbini anlatan eserlerden yararlanılarak hazırlanmış olan bir askerin hayatını anlatan bir oyun üzerinde karar kılındı. Ben bu oyuna öyle konsantre olmuştum ki neredeyse cephede ben savaşıyor, ölümsüzlüğe yakın bir kahraman edasıyla oyundan sonrada dolaşmaya başlamıştımki yine insanların çekemez ve kıskanç tavırları bana , unutulmuş olan bilinmeyen Kürtoğlu lakabının yeni bir lakap ile yeri dolduruluyor gibi başladılar" Hasbi Tenbeler" demeye. Hasbi Tembeler o zamanlar bir çizgi karikatür kahramanı olup, azıcık saf ve tenbel birazda egoist bir kişilikti . Düşüne biliyor musunuz bundan 50 yıl evvel bile nihayet İstiklal Savaşından 30 yıl sonra bir İstiklal Savaşı kahramanı bukadar indirgeniyor ve bunu sahnede canlandıran bana bu sıfat takılıyordu. O zamanlar dahi İstiklalimizin boyutları hakkında bilince kavuşamamıştık Tam da Atatürkün Emanet ettiği Gençlik işte bu gençlikti.
Yarı yılda gelinen 3. cü sınıf birtakım küçük olaylarla sona ermiş , yaza çok şükür ikmalsiz girmiş idim. Yazın nasıl geçeceği benim inisyatifimde değildi şu veya bu olabilir diye düşünmeye bile dermanım yoktu. Derken Kızılay'ın Akçakoca'da yazlık kamp yaptığı ve misafir öğrenci olarak birkaç talebeyide ağırlayacağı haberi geldi, ve Babam bu imkandan benim de faydalanmam için gerekli işlemi tamamladıki daha nefes almaya kalmadan kendimi kampta buldum. O zaman aslında benim yaz tatilini şöyle denizden istifade ile geçirmem için değil 2. ci cici annemiz ile birlikte seyahata gideceklerinden beni uzaklaştırmak için bu kampa yazdırdıklarını anlamamıştım. O günler "Beni istemiyorlar artık "psikololojisi benliğimi sarmış, herkesin bir cehennemi varmışcasına bende dünyada bir cehennem yaşama kendimi bırakmıştım. Sonra anlaşılmıştı zira kamp dönemi bittiği halde ben ikinci dönemde kampta kalmıştım. Abim liseyi bitirmiş, Teknik Üniversite imtihanlarına hazırlanıyor. Nenem ise ona bakmakla görevli nöbetçi. Tabii benim başıboş ayak altında dolaşmam böylece önlenmişte oluyordu. Abim Teknik Üniversite imtihanlarında başarı sağlayamamıştı, 1 yıl daha bekleyerek yeniden girmeyi düşünürken ertesi yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine girmiş hayat yolunda mesafeleri aşmak için startı vermişti. Ya ben ne olacaktım, okumak isteyen beni Askeri Okula vermek için bayağı bir baskı altında tutmaya başlamışlardı. Babam "Benim ikinizi birden okutmaya gücüm yok" diyor, Ben ise Liseye gitmek istediğimi sonrasının ne olacağının belli olmadığını vurgularcasına aklımda kalan Nenemin "Ben Kadı olacağım"lafının arkasına sığınıyordum. Ne ise Askeri Okula yazılmadan Bolu Lisesine kaydım yapılmıştı.
O yaz Kampta geçen günler bana özlem yükünden başka bir şey katmıyordu. Denizi ilk defa görmüştüm, geceleri sahile indiğimizde kıyıya kadar yaklaşma cesaretini diğer çocuklar gibi gösteremiyordum. Sanki o karanlığın içine denizden biri gelecek beni çekiverecekti. Yüzme ise bilmiyordum, kıyıda ayaklarımı ilk günler sadece batırıp batırıp çekiyordum. Bir hafta kadar sonra alıştım isede bu yaşa kadar birçok şeyde imrene imrene gelen ben yeni bir yoksunluğu yaşamaya başladım. Tüm cesaretimi toplayarak, sağa sola bakarak, ayaklarımı yerden kesmemeye dikkat ederek kulaç diyorlardı atmaya başladım. Allahtan, birde baktım ayaklarım değmiyor ama ben suyun üstündeyim, oh be herhalde öğrendim diye debelenirken çokta su yutmuşum. 3 gün yemek yiyememiştim, devamlı istifra etmiştim. . Bir kaç gecede ateşim çıkmıştı. Onu da atlattım, eee, ben Gümüşhane -Erzurum-Bitlis'te karların içinde büyümüştüm. Acı patlıcanın üzerine kırağı yağsa ne olur, yağmasa ne olur kabilinden birinci dönem yüzmeyi öğrenmiştim.
Kaldığım birinci dönem içersinde herkesin annesi bir kere uğrayıp çocuklarının ne durumda olduklarını kontrol ettikleri halde bizimkilerden hiç haber yoktu. Gelirken getirdiğim gömlek vesairde kirlenmişti. Çeşmenin başında giysileri işte öylece yıkayıp kurutup tekrar giymiştim. Çadırlarda yatıyorduk, geceleri bayağı soğuk oluyordu, bir çadırda 4 kişi idik, nefesimizle ısınıyorduk diyebilirim. Yemekler salçalı patates, salçalı bol yağlı kuru fasulye ve nohut yemeğive pilav. Arada bir yağda kızartılmış balık verirlerdi, o gün bayram vardı bazıları için, benim ise balık çıktığı günler aç kaldığım günlerden biriydi. Yemesini bilmiyordum çünkü, kılçıkları batıyor, boğazımda düğümleniyordu. Yüzme gibi bu balık yemeği de öğrenmeliydim, bayağı marifet istiyordu. Arkadaşın biri yardım etti, O meğer Akçakale'nin içindenmiş. Balığı ağzına alacakmışsın, dil ile damak arasında yutmadan gezdirecek, parmaklarınla kılçıklarını alıp tekrar damağında kılçık olup olmadığını kontrol ettikten sonra yutacakmışsın. Sonraları Balık yemeği bir sevdimki, sahilde balık satanlardan alıp deniz suyunda temizledikten sonra "ateş yakıp "tenekeler üstünde pişirdiğimiz oluyordu.
Geceleri kamp ateşi yakılıyordu, saz çalan bizden büyük bir abinin yanısıra bizde türkülere iştirak ediyor, geç vakitlere kadar eğleniyorduk. Hiç bir şeyden mutlu olabilmeye kafam müsait değildi, geleceğimi daha o zamanlar derin derin düşünmeye başlamıştım. Sonraları bu bulanıklıktan O'nunla arkadaş olunca kurtulmuştum. Kim mi ? İşte anlayın dostlar" ilk aşkım" desem fazla abartmış olurmuyum acaba?Çünkü, bunu kendi kendime kurmuştum, O'nun haberi yoktu . Ama benim kendisiyle ilgilendiğimin farkında idi canım, O da bana uzun uzun, dönüp dönüp bakıyordu. Bizim çadır kurduğumuz yerin 200 metre kadar uzağında bir okul binası vardı. Kızlarda kamp yapıyor, okulda konaklıyorlardı. Eee , bu böyle gitmezdi, bir iki laf etmek gerekliydi, çekine çekine yan yan bir horozun bir yandan yerden toz çıkarırcasına yanaşması gibi yanına giderek ismimi söylemiş elimi uzatmıştım. O elini bırakınız uzatmayı "Bana ne, salakmısın sen" diye cevaplamıştı. Ben "Beni arkadaş kabul etmiyormusun "deyince de "o zaman olur "demiş "Sen ne anladın , tabii ki arkadaş" demiştim ve bu böylece kaldı , içimde arkadaş sevgisinden öteye giden bir çizgi oluşsa da benimle zaman zaman oturup kalkıyordu, ihtiyacım olan iki laf ediyordu ya. . Çok sonraları anlamıştım ki 13-14 yaşlarındaki bir kızın gelişmiş dünyası ile Aynı yaştaki bir erkeğin dünyası aynı değilmiş, sevgili gibi bir arada bulunamayacakları, bu duyguların erkek çocuklar için ancak platonik kalmaya mahkum yakınlaşmalar olduğu, derin düşünce farkını kapatmalarınında mümkün olmadığı doğal bir bulgu idi.
Beltan Göksel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç ELİF ŞAFAK'IN "BABA VE PİÇ" ROMANI ÜZERİNE |
|
Türk edebiyatı romanla Tanzimat devrinden sonra tanıştı. Bilindiği gibi Tanzimat fermanı kültür, sanat, edebiyat ve siyaset alanında pek çok yeniliği hayatımıza kattı. Ülke olarak topyekûn Batı'ya döndük yüzümüzü. Bunda ne derece başarılı olduğunuz tartışılabilir. Bu ayrı bir meseledir.
Osmanlı döneminde nerdeyse altı asır boyunca hüküm süren Divan edebiyatı vardı. Bu edebiyatta şiir esastı. Bu dönemde nesir(düzyazı) gelişmemiştir. Roman ve modern anlamda hikâye yoktur Divan Edebiyatı döneminde. Romanın boşluğunu mesneviler ve halk hikâyeleri dolduruyordu.
Tanzimat'tan günümüze nice romanlar yazıldı. Bunların miktarını binli rakamlarla ifade edebiliriz. Gün geçmiyor ki yeni bir roman yazılmasın. Kim yazarsa yazsın yayınlanan her kitap beni, bir çocuğun dünyaya gözlerini açması gibi heyecanlandırır. Son zamanlarda yayınlanan Elif Şafak'ın "Baba ve Piç" adlı romanı da heyecanımı zirveye çıkardı. Merak ettim ve okumaya koyuldum. Zaten birkaç aydan beri Elif Şafak'ın eserleri üzerinde yoğunlaşıyorum. Son zamanlarda bu genç yazar bana büyük bir keyif veriyor. Çünkü orijinal bir üslupla yazıyor. Gelenekten faydalanmasına rağmen dünü taklit etmiyor.
Elif Şafak sıra dışı bir yazar… Enteresan fikir ve açılımları var. Onu farklı ve okunmaya değer kılan da bu özellikleri zaten… Dili başarılı biçimde kullanıyor. Eski kelimelerle yeni kelimeleri barıştırarak aynı satırlarda yan yana, omuz omuza kullanabiliyor… Bir röportajında "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum." demişti. Oysa sol düşüncedeki insanlar genelde böyle düşünmez. Fakat onu tam anlamıyla sol eğilimli bir yazar olarak görmek de doğru değil. O sağla solun güzelliklerini alıp yepyeni bir sentez yapmıştır. Onun şu sözleri de dikkate değer: "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum…Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır.... Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır…Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz, ayrışmaz bir katmanı…Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor…Aslolan kitaptır, kâtibi değil…Hep deliliğe yakın oldum…Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum…Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir…Sezgilerimle yazıyorum"
Elif Şafak'ın "Baba ve Piç" romanı henüz piyasaya çıkmadan evvel adından söz ettirmişti. Büyük gazetelerde boy boy reklâmı verilmişti. Fakat satışa çıkması için özellikle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü beklendi. Yazar bu durumu bir röportajında şöyle açıkladı:
"Sürekli ve süratle unutan, tarih ile bağları arızalı kuşaklar yetiştiren bir toplumda yaşıyoruz. Yine de ve her şeye rağmen kolektif hafıza sızabiliyorsa eğer kulaktan kulağa, bunu en başta kadınlara borçluyuz: Anneannelerin, ciciannelerin, teyzelerin hafızalarına… 8 Mart gününü seçtik, çünkü romanım Baba ve Piç, dört kuşak kadının etrafında örülü ve kadınların pek irdelenmeyen, bilinmeyen gündelik mücadeleleri, hüzünleri ve sırları hakkında…"
Her bölümü bir yiyeceğin adını taşıyan, biri Ermeni biri Türk iki ailenin hikâyesini anlatan "Baba ve Piç" bir dönemin kanayan yarasına parmak basıyor. Başka bir tabirle ifade etmek gerekirse bir devrin çıkmazlarını sorguluyor. Kitabın arka sayfasında romanla ilgili şu ifadelere yer veriliyor:
"Baba ve Piç, İstanbul-San Francisco hattında gidip geliyor: Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Ermeni asıllı Amerikalı Çakmakçıyanlar'ın 90 yıla yayılan öyküleri iç içe. Kederli bir geçmişi tamamen unutmak mı daha doğru, geçmiş bilincini beraberinde taşımak mı? Diğer yandan bir kadınlar romanı Baba ve Piç… Erkeklerin apansız ve açıklamasız ölüverdiği, geriye hep kadınların kaldığı bir sülaleden dört kuşak kadının hikâyesi. Anneannelerin, ciciannelerin, teyzelerin hafızalarıyla can bulan bu romanı severek okuyacaksınız."
Aslında kitabın adının "Piç" olması görünürde yadırganıyor. Çünkü bu kelime dilimizde hakaret anlamı içeriyor. Fakat aynı söz Avrupa ve Amerika kültüründe o kadar da itici ve argo bir söz değil. Bununla ilgili olarak Elif Şafak bir röportajında şöyle diyor: Piçlik bizde, bizim kültürümüzde daha sert bir çağrışıma sahip. İngilizce'de öyle değil. 'Bastard' kelimesinin kültürel anlamı 'piç' kelimesinin kültürel anlamı kadar keskin değil. Bizde, nasıl söylendiğine de bağlı olarak, 'piç' bir hakarettir, incitir. Oysa piçlik aynı zamanda köksüzlük demek. Piç, geçmişi olmayan demek, tarihi olmayan…"
Şafak'ın bu yeni romanı ses getirecek düzeyde… Eserin konusu ve yazarın konuya yaklaşımı fevkalade güzel ve etkileyici… Nerden bakarsan okunmaya değer bir roman… Hele hele kendini aydın addedenlerin ilk fırsatta okuması gerekir. Fakat beni üzen ve yazarını eleştirmeme sebep olan şey, bu güzel romanın İngilizce yazılmış olmasıdır. Yanlış duymadınız. Bu roman bir Türk yazar tarafından İngiliz dilinde yazılmış ve daha sonra Aslı Biçen tarafından dilimize çevrilmiş. Romanın orijinal adı "The Bastard of İstanbul"…Kitap, Amerika'da Penguin Yayınları tarafından yayımlanıyor. Elif Şafak, Strasburg'da doğmuş bir yazarımız. Şu an Amerika'da yaşıyor. Fakat o köken olarak bir Türk yazarı… Durum bu iken bir sömürge mantığıyla eserini İngilizce yazması asla kabul edilemez. Bu hareket, anadilini aşağılamaktan başka bir anlama gelmez.
Kendini bir Türk aydını ve yazarı olarak Türkiye'ye ve dünyaya sunan Elif Hanım, bu hareketiyle bizleri sükûtu hayale uğrattı. Geçmişle geleceği sentezleyebilen ve bugüne paylar çıkaran böyle bir kalemden bu aşağılayıcı tavrı hiç beklemezdim. Yapması gereken şuydu: Eserini Türkçe yazıp sonra da İngilizceye çevir(t)ecekti. İngilizceyi anadili düzeyinde konuşup yazabilmek, Türk milletine bu aşağılayıcı hareketi reva görmeyi sevimli kılmaz. Üstelik bu ayıptan sonra, romanı dilimize bizzat kendisi çevirerek özrünü bir nebze de olsa telâfi etmeliydi. Sözüm ona aydınlar böyle yaparsa halktan ne bekleyebiliriz? Bunu düşünmek ve sorgulamak zorundayız.
Umarım Elif Şafak bundan sonra yazacağı eserlerde Türkçeyi sömürge dili olarak görüp aşağılamaz. O kendini her ne kadar 'dünyalı' olarak tanımlıyorsa da asıl okuyucu kitlesi Türkiye'den. Umarım bundan sonra sevenlerine ve kendisinin olmasa da atasının doğup büyüdüğü topraklara saygıda kusur etmez. Çünkü bizler millet olarak ne çektiysek sonradan görmelerden çektik. Bundan sonra Pamuk tarlalarında diken yetiştirmek istemiyoruz. Bu ülkenin ekmeğiyle büyüyenler, kursaklarına giden nimete ve o nimetin sahibine vefa göstermek mecburiyetindedir.
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.962 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
inatçının takvimi
ağustos :
düşlüyorum yaklaşan sonbaharı
yüreğim genişliyor
eylül :
şimdi yapraklar sarı
ama yüreğim yeşil diyor
ekim :
anımsıyorum yitip giden yazı
yüreğim daralıyor
kasım :
yüreğimde bitek sevdaların baharı
kış geliyor
Gül Ozan
Yukarı
|
Sudoku #45
Çözüm: Sudoku #44 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Blog, genellikle güncelden eskiye doğru sıralanmış yazı ve yorumların yayınlandığı, web tabanlı bir yayını belirtir. Çoğunlukla her gönderinin sonunda yazarın adı ve gönderi zamanı belirtilir. Yayıncının seçimine göre yazılara yorum yapılabilir. Yorumlar blog kültürünün çok önemli bir dinamiği ve yapıtaşıdır. Yorum mekanizması ile Yazar ve okuyucular arasında sürekli bir iletişim sağlanır. Blogcuların kendilerine has bir kültürü vardır. Yapıları birbirine benzer, üzerlerindeki yazışma ve konuşmaların tarzları birbirlerine benzer. İlk ağ günlükleri manüel olarak yazılıp güncellenirken, bugün bu iş için özel yazılmış yazılımlar kullanılmaktadır... Bu kadar uzun olan bu açıklamadan sonra http://www.blogcu.com kısayolunu tıklayarak Türkçe blog keyfini yaşamaya ne dersiniz?
Bu arada yukarıdaki ayrıntılı açıklama tarzındaki bilgileri bulabileceğiniz en kapsamlı web ansiklopedi http://tr.wikipedia.org hem de tamamen Türkçe. Daha önce denememiş olanlara ısrarla tavsiye ediyorum.
Herhangibir web sayfasının ne kadar ziyaretçisi olduğunu incelemek isterseniz en kolay kaynak http://www.alexa.com Hemen giriş sayfasındaki kutucuğa web trafiğini incelemek istediğiniz web sayfasının tam adresini yazıp enter'a basmanız yeterli. Hatta isterseniz alexa'ya ait toolbar'ı kendi bilgisayarınıza yükleyip ziyaret ettiğiniz web sayfasının trafik durumunu online olarak takip edebilirsiniz.
Bu siteye büyükler giremez! ilkesi ile hazirlanmis çocuk haklarına yönelik portal site'de flash oyunlar, resimler ve eğitici bilgiler bulunuyor. Neresi burası, tabiki http://www.atlikarincam.com/
Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|