|
|
|
21 Nisan 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Derbi öncesi doksandan gol!.. |
Merhabalar,
Tayyip Bey ve şürekası iyi bir gol yedi. Hani telafisi olanaksızlardan, bir nevi altın gol. AKP destekli olduğu aşikar iddianamelerle memleketin en büyük 2 kurumunu töhmet altına sokmayı beceren savci Sarıkaya meslekten men edildi. Hiç kimse çıkıpta yargı bağımsızlığından, savcıların özgürlüğünden falan dem vurmasın. Devletin memuruna hesap sormak hiçte kolay değildir. Sorulmuşsa kallavi bir nedeni olmalıdır. Hele mesleğin en tepe kurulunca, yani meslek erbabları tarafından yanlış yapmakla suçlanıp görevinden uzaklaştırılıyorsa buna sadece şapka çıkarılır. Kurul, bir üniversite rektörünü asılsız ithamlarla dört duvar arasında sağlığından eden, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en tepesine aday bir generali AKP'den sızdırılan rapordaki bir dangalağın iddialarını aynen kullanarak itham etme cüretini gösteren savcıyı görevinden alarak kamu vicdanını bir nebze olsun onarmayı başarmıştır. Eğer bu karar savcıların iddianamelerini hazırlarken bundan böyle daha dikkatli davranmalarını sağlayacaksa bundan gocunmanın bir anlamı var mıdır? İftira, yalan beyan toplumun her kesiminde yürek yaralayıcıdır. Eğer bu eylemi devletin bir memuru, yönetimden aldığı güçle, siyasal amaçlarla yapıyorsa, belki de bunun cezası meslekten menle de kalmamalıdır. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun kararını ben kendi adıma ayakta alkışlıyorum.
Yarın büyük gün. Doksan dakikanın sonunda ak mı kara mı belli olacak. Bir taraf sevinecek diğeri üzülecek. Umarım üzülmek sadece skorla sınırlı kalır. 2.250 tane Cimbomlu seyirci için 4.500 tane polisi seferber etme gereğinin olması düşündürücü olduğu kadar üzücüdür de. Dilerim aklıselim galip gelir, sonuca göre birbirimizi kızdırmaktan başka çirkin ve üzücü olayları yaşamayız. Gönlüm Fenerbahçe'den yana gayet tabi ama iyi oynayan kazansın diyorum ben, bunu da yürekten söylüyorum. İlginç bir derbi olacak, bekleyelim görelim.
Bugün pikapta gene eskilerden hoş bir şarkımız var. Bee Gees söylüyor, Massachusetts. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nız kutlu olsun. Çocuklarınızla etkinliklere katılmayı sakın ihmal etmeyin. Coşku dolu güzel bir haftasonu diliyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Anlam Sağlığı |
|
Nefes almaya çalışıyoruz....
Bir yanda Irak'ta masum insanlar katledilirken, insanlık onuru ayaklar altına alınırken... Avrupa'da, ABD'de yeni sömürge planları yapılırken. Türkiye adımlarla cemaatleşmeye, parçalanmaya giderken.
Nefes almaya, umut tazelemeye çalışıyoruz.
Um-ag (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı)'ın birkaç yıl önce başlattığı, ilkbahar, sonbahar dönemleri her onbeş günde bir gerçekleşen "Perşembe 18:30 Söyleşileri" yeniden hareketlendi. Ne iyi oldu! Vakfın; Meclisin ve ABD Elçiliğinin burnunun dibindeki güzelim binasında hem Mumcu'ya bir saygı selamı veriyoruz hem de birbirinden ilginç söyleşilere tanıklık ediyoruz. Son söyleşinin konusu; bazı ülkelerde çoğunluk ABD destekli güya sivil örgütlenmeler ve onların paralı askerlerince uygulanmakta olan adı 'demokratikleştirme' (küreselleşme kılığında sömürgeleştirme okunur) çabalarının; Türkiye'deki örneklerinin ve gelinen noktanın irdelenmesiydi. Konuşmacı; "Sivil Örümceğin Ağında" kitabının da yazarı Mustafa Yıldırım (asker, polis, istihbaratçı olmayıp, mühendis kökenli olduğunu israrla vurguladı) üç saati aşkın sunusunda durumun vehametini bir kez daha göz önümüze serdi.
Bu önemli sunu, bana iki yıl önce yine aynı ortamda izlediğim ve notlarını sizlerle paylaşamadığım bir başka kıymetli konferansı anımsattı. 'Felsefeci Mühendis' Ahmet İnam Hoca'nın, "Neler oluyor bize?" başlıklı konuşmasını. Bugün daha da güncelleşen bu konuyu konuşma ertesi ürettiğim notlarımdan aktarmak istedim.
Ahmet İnam'a göre Türkiye'de, dünyada insanlığı; hızla yol almakta olan bir otobüse binmiş yolculara benzetmek mümkündür. Kimsenin nereye gittiğini, gidildiğini bilmediği ya da merak etmediği bir otobüs dolusu yolcu. Nasılsa soru sormak aklına gelen, yanındakine "Nereye gidiyoruz?" diye sorar bazen; aldığı yanıt, kafa sallama ve "Ben de bilmiyorum." sızlanmasıdır.
Arada nereye gidildiğini güya bilen ve insanları bilgilendirmek misyonunu kendilerine yükleyenler-yüklenenler- açıklamalar yaptığı da oluyordur: "İyiye gidiyoruz!" Yolcuların bazıları ferahlarlar bu telkinlerin ertesi!
"Sormadan, düşünmeden bir bitki gibi-yalnızca tüketerek- yaşamamazı, yaşanmasını istiyorlar." diyordu İnam Hoca. Sonrada soruyordu?
Ne için, kim için?
Bu soruları; önce kendi sonra ülkesi sonra da dünya için soranların-eninde sonunda sormayı başarabilenlerin- çok anlamlı ve sağlıklı bir iş yaptıklarını, yapacaklarını anlatmaya çalışıyordu Ahmet İnam.
Ne sağlığı?
Vücut sağlığı. Elbette. Salaklaştırılmış insanların burnuna boyna 'sağlıklı yaşam reçeteleri' sokuladursun sanki yalnız vücudu sağlıklı olanların mutlu ve sağlıklı yaşamaları mümkünmüş gibi!
Ruh sağlığı. Herhalde yani. Yaşananları ciddiye alanların, çekilen acıları hala duyumsayabilenlerin vucut sağlıklarını er ya da geç yitirecekleri beklenir ancak önceden hani o 'özel tabirle' kafayı yememeleri de mucize... Yiyoruz da netekim!
Ancak Ahmet İnam'ın -sanırım azcık felsefeciliğinden de güç alarak- azcık öne çıkardığı bunlardan hiç biri değil!
'Neler oluyor bize?' soracak, hala soracaklar varsa, kaldıysa, onlar için umut besliyorsak, onlara yönelik, yani 'insanlara' yönelik bir başka sağlık.
"Anlam sağlığı"
Bu da ne diye hemen dudak bükmeyin. Hoca'nın sözlerinden azcık laf edeceğiz üstüne...
'Yaşamak anlayarak yaşamak demektir. Anlam sağlığımızı belirleyen, anlam atfetmelerimiz, yaşadıklarımıza anlam yüklemelerimizdir. Hayata verdiğimiz anlamların bizi ne denli sağlıklı kıldığıdır. Bir şeyin anlamlı oluşu ya da olmayışı ise, değerlerle ilgilidir.
Hayattaki anlamlar uçar giderse biz neye benzeriz? Yaşama dürtümüzü yitirir miyiz? Hayatı bilinçle yaşayanlar, anlamlarla yaşayanlar değil midir? İnsan canının can olarak sürdürülmesi, yaşamı saygın bulmasıyla olası değil midir?
Peki. Çağımızın insanı, insancığı... Bir anlam aşınması yaşamakta mıdır? Yaşamın, yaşamdaki yerinin anlamı konusunda, gerekli anlam yenilenmeleri, anlamlamalar gerçekleştiremediği için, anlam sağlığı...
Yaşam sağlığı bozulmamış mıdır?'
Bu konferans ertesi tuttuğum notlar; emekçilerin IMF'nin emirleriyle çıkarılmakta olan Sosyal Güvenlik Yasası Değişikliklerini protesto etmek için meydanları doldurduğu 18 Nisan 2006 haftasına -haniyse- nazire yaparcasına şöyle devam etmiş:
Bu cumartesi günü Ankara Sıhhiye Meydanını seksenbin insan doldurdu. Türkiye Emek Platformu adına, seksen bin insan karınlarını doyurmak, insanca yaşamak imkanları ortadan kaldırılmakta olduğu için seslerini yükselttiler.
Benim orada olmamın onlara ne anlamı vardi, bilmiyorum? Ancak benim için onların meydanda olmaları, onların yanında oluşum, benim "anlam sağlığım" açısından yaşamsal önemdeydi.
İnsanların, insanlığın demokratikleştirme ve uygarlaştırma safsatalarıyla köleleştirilmesine, dünya nüfusu içinde bir avuc aç gözlu için çoğunluğun sefalete mahkum edilmesine, insanlar, insanlık onuru daha ne kadar sessiz kalacak?
İşte o seksen bin insanın nefeslerinde, çığlıklarında; insan olmanın, yaşamanın manasını aradım. "Dünya'yı izliyoruz?", "Ekonomi -emekçilerden daha fazla çalınmassa-batacak" sözlerine, boğazlarindaki ekmek giderkende olsa ses çıkaranların olduğunu görmek..
Çok anlamlıydı... Anlam sağlığım(ız) açısından.
Nihayet bugün izlediğim güzelim "Motorsiklet Günlüğü". Ernesto Guevara'nın daha henüz 24 yaşındayken, bir arkadaşıyla tüm Güney Amerikayı baştan başa dolaştığı, bir turist olarak değil Erdal Atabek'in sözleriyle "inceleyen, anlayan, karar veren, müdahale eden" insan özelliklerinin geliştiği, pekiştiği, bir 'karekter sınavına' şahit olduğumuz olağanüstü lirik, etkileyici bir film bu.
Che'nin 24. yaşgününü tecrit edilen cüzzamlı hastalarla geçirme isteği ile yaşamını, yaşamlarınızı anlamlandırma arasındaki ilişkiyi görmek, kurmak. Yeniden kurmak istiyorsaniz...
Anlam sağlığınızı, insanlığın anlamını sorgulamak ihtiyacını, kıyısından köşesinden duyuyorsanız....
Duyarsanız.
"Motorsiklet Günlüğü" nü izleyin. Yeniden. Çocuklarınızla, arkadaşlarınızla, kimi bulursanız onunla izleyin...
Bakarsınız...
Yaşamımızın, yaşamların anlamı üzerine yeniden düşünmeye başlarız...
Yeniden.
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Bir seyahat güncesi- 3 |
|
Otelimizin samimi bahçesi ve bu güzel yaz sabahının tazel kokusu sanki kol kola girmişler, bize şirin şirin sırıtıyorlar. Öylesine keyifleniyoruz ki... Hem kahvaltı da çok güzeldi!
Odaya çıkıp şehir kitabımızı, makinamı ve sırt çantalarımızı alıp kendimizi hemen Prag sokaklarına atıyoruz. Etraf sakin! Kendi ayak seslerimiz taş parke yolda at nalını gibi yankı yapıyor. Diğer turistler daha uyuyorlar galiba, hayret!...
Hedefimiz doğruca Prag Kalesi! Yahudi mahallesini takiben oraya varacağız. Kitap'ta Yahudi Mezarlığı uzunca anlatılmış. İşte, biz de tam önünden geçmekteyiz! Merak edip bahçe kapısının üzerinden kafayı uzatıyorum ki... Aman Allahım! Kararmış eski mezar taşları birbirlerinin üstüne dayanmışlar ama sanki ayaklanmak istiyorlar! Zaten korku türü filmleri hiç seyredemem, ürperiyor ve tornistan oradan uzaklaşıyorum. Ay, sanki aralarından bir tanesi hortlayacak da enseme bir el atacak ! Minik eli terden ıslanmış elimde, ufaklık benim adımlarımın hızına yetişmek için adeta koşturuyor.
Karel Köprüsünden nehri geçip Küçük Mahalle'ye varıyoruz. Otel'den itibaren her meydanda şirin mi şirin, renkli mi renkli, farklı desenlere bezenmiş inek heykelleri var. En sevimlisi de otobüs durağının üzerinde yorgunluktan nalları dikmiş yatan inek'cik! Eh bizim de halimiz ondan aşağı değil! Ama fotoğraf çekmede japonlar bile bana yetişemez!.. Kaptırdıkça kaptırıyorum. Allah vere de ufaklığı yollarda kaptırmasam diyorum... -ki paçamdan çekiştiriyor. Off.. garibim çok yorulmuş!
Küçük Mahalle'nin üst taraflarında bir lokantada malumunuz yine italyan takılıyoruz. Bol spagetti, bol pizza, dondurma! Ve mutluluk garanti! Zaten pasta türü hariç, Çek yemekleri bana da çok cazip gözükmedi.
Harika bir kuklacı dükkanı görüyoruz. Kızımın boyundaki sevimli Pinokyo, sanki o da bizimle kaleye çıkmak istiyor gibi mahsun mahsun bana bakıyor. Bu dükkan tehlikeli, deli paralar harcamamak için oradan ayrılıyoruz.
Önümüze çıkılması gereken dik merdivenler geliverdiler. Aman da ne güzelmişler! Kızımla gözgöze gelmemeye çalışıyorum. Neyse, garibim yine de sızlanmıyor, helâl!
Şükür ki Prag tarihinin başlangıcı sayılan bu kale'ye merdivenlerde ölüp kalmadan vardık. Surlar içerisinde gezecek bir saray, üç kilise ve bir manastır var. Burası ayrı bir mahalle gibi adeta. Binbir güçlükle B tipi iki bilet alıyorum. Mübarek sanırsın ki, gişe değil, iki aşamalı ÖSS sınavı! Ha, bir de önceden çalışmasam acep ne olacaktı? Öğle sıcağı da basmaya başladı. Neyse, kale muhafızları ile herkes hatıra fotoğrafı çektirirken benim de, ufaklığın da utanacağı tutuyor, birbirimize kırıtıp kıvırtıp bir halt beceremiyoruz.
Ardından, hem gölgelik de olur diye, kendimizi meşhur katedralin içerisinde buluyoruz. Harika vitray çalışmaları, heykeller, şaşâ'lı günah çıkarma odaları var. Turist grupları rehberlerini amma da dikkatli dinliyorlar. Ben de beleşten bir tanesine kulak kabartıyor ama hiçbir şey anlamıyorum. Bilmem kimin tasarladığı pencere, bilmem kaç yılında çıkan yangınlar, azizler, azizeler... Yahu bunun sırasını nasıl aklınızda tutarsınız? Bu azizlerin ve mimarların tamamını nerden tanıyorsunuz? Hayır, adlarını bile okumak zor! Çek isimleri yahu !!! Hayır, 'hımm...', 'oh...', 'yea...' edaları ile bir de kafa sallayıp tasdiklemiyorlar mı? Deli oluyorum. Ben mi geriyim? Hikâye anlattılar mı, tamam! Ama ard arda onca tarih, rakamlar... Ben almayayım!
Sonra, bakıyorum millet akın akın bir kapıya yöneliyor. Ben de gidiyorum, eksik kalır mıyım? Daracık bir taş merdivenden döne döne yukarı çıkılıyor. Kızım önde, ben arkada, 'hadi bre!' çıkıyoruz. Ay, dön dön bitmiyor! Diyorum ki: 'ya sabır!'. Yok, bitmiyor, bitmeyecek! Ne çocukta, ne bende derman kalmadı! Ama sarı kafaların tümü bir damla ter bile dökmeden haldır haldır çıkıyorlar. Hayır, durayım desen yer yok ki kenara menara çekil! Bir sıra çıkıyor, bir sıra iniyor! Durursan eğer, sıra komple duracak!
Hadi bakalım! Sinirim bozuldu, gülme krizi de tuttu mu? Eh, üzüm üzüme baka baka karırır! Benim ufaklık da katıldı katılacak! Neden güldüğümüzü falan da unuttuk, birbirimize bakıp yıkılıyoruz! Oysa sarı kafalar, bilim kurgu filmlerindeki alfa'lar ve beta'lar vaziyetinde trans'talar, istifleri bozmuyorlar bile. Ay, buna daha da katılıyoruz. Ancak?.. Ben artık önümdeki basamakları, alı al, moru mor, ellerimle tutarak, yani dört ayak çıkabiliyorum. Bir yandan da hort'lar gibi garip sesler çıkıyor içimden. Gülmekten ve yorgunluktan dermanım tamamen tükenip oracıkta çakılıveriyorum. Alın bakalım, sistem komple durdu! Bana ne yahu? Söylenirlerse de söylensinler, tıkandım, ay ölecek gibiyim!
Kaç bin basamak bilmiyorum ama biz bittik, hatta öldük, dua edenimiz yok! Çıka çıka da mini minnacık bir alana vardık mı? Bir kenara iliştik soluklanıyoruz. Meğer, bilmeden çan kulesinin en tepesine çıkmamış mıyız? Havasız döner merdivenlerde, ter sırtımıza yapıştı -da gömlek sırtımdan buyrun işte, ayrılmıyor -da ayrılmıyor. Ancak, neyse ki dışarıda manzara da, esinti de çok güzel. Çekik göz, bendeniz iş başında!
Aşağıya inerken, tıpkı benim gibi artık son basamaklara ramak kala tıkanan bir turist kadına; 'Aa.. yukarıdaki kapı kapalı, niye çıkıyorsunuz ki?' deme hainliğinde bulunuyorum. Kızım haklı olarak güleceğine bana kızıyor, çünkü kadının gözlerindeki dehşet görülesi idi. Hayır, normalde sarı kafalar tıkanmazlar ya...
Benim bacaklar inerken kendiliğinden vitesi boşa atıyor, kontrol edemiyorum.
Kaleiçi gezimiz, tüm öğleden sonramızı alıyor. Çok yoruluyoruz, çok! Ama gördüklerimize değiyor. Ardından surların içerisindeki çimenlere yatıp bir süre dinleniyoruz. Daha kale'den ta aşağılara ineceğiz. Köprüleri aşıp otelimize yürüyeceğiz. Mecnun olsa Leyla'sından vazgeçer, benim ufaklık dirayetli çıktı, tıpış tıpış yürüyüp, hiç sızlanmıyor.
Otelim, otelim güzel otelim!
Resepsiyonist çok memnun bir ifade ile odamızı değiştirdiklerini müjdeliyor. Çok mutlu oluyoruz.
İnanılmaz ama gerçek! Oda resmen salon & salomanje (yani; salle à manger ve de yani; yemek odası :)! Krallara, kraliçelere layik! Ben ki kristal sevmem, avizelerin pırıltısına ve lacivert kadife perdelerin ihtişamına bayılıyorum.
Banyomuzun koca küvetini doldurup, ana-kız, başlı-ayaklı (öbürünü diyemiiiciim!) sıcak suda uzanıp yorgunluk atıyoruz, az! Otobüs durağının üstündeki inek'ten farkımız pek de kalmadı hani! Daha giyinip, süslenip akşam yemeğine gideceğiz.
Ama.. Yok, devam edemiyeceğim, yemeği bile es geçip, köpüklü suda uyuyabiliriz! Gurbet ellerde, hele bir de, bir kaşık suda boğulmayalım da... Eh, hayrınıza birazdan beni dürtersiniz artık, ne diyeyim?
Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SENİ HİÇ YAZMADIM |
|
Günlerce, gecelerce düşünsem, söylediğin bütün cümleleri tek tek hatırlamaya çalışsam yine de seni yazamam. Yazmaktan zevk alıyor olmam, kısa öyküler karalamam bu işin üstesinden gelmeye yetmeyecektir. Zaten yazmamı da istemiyorsun. Bu yüzden bana gelmek için dikkatimin en dağınık zamanlarını seçiyorsun. Gece sabaha dönerken gelip horozlar güneşi çağırmadan az önce gidiyorsun. Bardağındaki dudak izine varıncaya kadar her şeyi toparlayıp nasıl gittiğini belki hiçbir zaman çözemeyeceğim.
Birkaç kez seninle buluşmaya hazırlıklı geldim. Yüzünü, bakışlarını, cıvıl cıvıl halini aklıma kazımaya çalıştım. Sen gittiğinde hepsi kar gibi eriyip silindi. Sakın, vazgeçtiğimi düşünme… Bir gece mutlaka bardağını çalacağım, saçlarından birkaç teli, kokunu, bakışlarını… Belki gizlice cebimden makasımı çıkarır, gülüşünden küçük bir parça kesip cebime atarım. Ertesi gün bakıp seni anımsamak için…
İnsanları yazmaya başladığım zaman çok kötü bir şey yaptığımı anladım. Artık kimse mahalledeki havadisçi kadınlardan korkmaz olmuştu. Çünkü benim kaleminin ucuna düşmek dile düşmekten bin kat daha beterdi. Kendi kendime bu kötü alışkanlıktan kurtulmak için defalarca söz verdim. İnan bana, her yolu denedim. Yazmayı aklımdan uzaklaştırabilmek için kabak çekirdeği çitleyerek, sakız çiğneyerek oyalanmaya bile çalıştım. Yok yok, boşuna endişe etme. Sana kıyamam…
Benim yazma konusunda ne kadar beceriksiz olduğumu herkes bilir. Yine de bazı arkadaşlarım bana bulaşmaktan çekinmezler. Ağrımayan dişilerine kerpeten vurmam için bana yalvarırlar. Kendi ayaklarıyla gelip beynimdeki cadı kazanın içine atlarlar. "Beni bir yazında anlatsana. Herkesi yazıyorsun da beni niye yazmıyorsun? Ne yani, yazılarına konu olacak kadar ilginç biri değil miyim?" diye sitem dozunda laflar söylerler. Sen zaten "beni yazma" dedin. Yok canım, unutup kaza ile yazar mıyım? Sen yüreğini ferah tut…
Neden bana inanmıyorsun? Şairin dediği gibi sen benim mahrem-i esrarımsın. Boynuna dökülen saçlarınla oynamayı sevdiğinden kime ne? Konuşurken sürekli boynunu okşayan parmaklarını neden gidip başkalarına anlatayım? Parmak senin, boyun senin, bu başkalarını ilgilendirmez ki. İstediğin kadar meyve suyu yada soda içebilirsin. Parasını sanki başkaları mı veriyor? Sık sık tuvalete gitme zahmetin katlanacaksın, hepsi bu. Evde sigara içmene annen niye bu kadar kızıyorlar? Neden sigara içmek için balkona çıkman gerekiyor? Yakında, belki bir gün bana da anlatırsın. Annenin ciğerleri rahatsızdır, belki astımı vardır. Ben de amma meraklıyım değil mi?
Bazı şeyler sadece ikimizin arasında bir sır olarak kalmalı. Bence de yıllar önce sana yumruk atıp burnunu kıran kişinin kim olduğunu konuşmayalım. Galiba son zamanlarda çok dikkatsiz biri oldum. Burnundaki eğiklik hiç dikkatimi çekmemişti. Sen söylemesen belki de fark etmeyecektim. Hep gözlemci biri olduğumu sanırdım. Bana sorarsan ameliyat olup bir çuval parayı sokağa atmaya değmez. Nefes almanı çok mu zorlaştırıyor? Yüzünün görünüşü açısından sorun olduğunu düşünmüyorum. Sadece meraklı olmakla kalsam, her şeye burnumu sokmadan durabilsem… O zaman bende kendimi daha çok seveceğim ama elimde değil. Can çıkmadan huy çıkmazmış…
İlk kez seninle nerede karşılaştık? Nasıl tanıştık, bize bu kötülüğü kim yaptı? Bizim kadar alakasız iki kişi daha var mı acaba? Kendini çok özel bulmana gıcık oluyorum mesela. Kendini bu kadar önemsemen, burnu kaf dağında tavırların beni hasta ediyor. Ne özelliğin var? Bana sporda, sanatta elde ettiğin başarıları göster. Seni diğer insanlardan farklı kılan üstünlüklerini anlat. Her insan özeldir, biriciktir biliyorum. Gel, kabul et. Çok abartıyorsun değil mi? Benim kadar sıradan, benim kadar ortalama birisin işte. Sabah erken kalkıp herkes gibi çalışmaya gidiyorsun. Akşamın karanlığında yorgun argın eve geliyorsun. Hafta sonlarında iş yerinden veya kendi muhitinden kızlarla dışarı çıkıyorsun. Her zaman takıldığınız mekânda oturup dedikodu yaparken sıcak çikolata içiyorsun. İçinizden dağıtmak geldiğinde ya da iyice coştuğunuzda iki birayla kafaları biraz tütsüleyip evin yolunu tutuyorsunuz. Hani orijinallik nerde, özel olmak falan…
Son günlerde sen her şeyde şüphe sezer oldun. Her şeyden işkillenir, kuru yerden nem kapar oldun. Seni yazdığımı da nerden çıkarıyorsun? İnanmazsan al, hepsini satır satır oku. Her zaman yaptığım gibi kendi kendime oradan buradan anlatıp, oyalanıyorum. Duyamadım, "seni döverim" mi dedin? Hayda, buyurun buradan yakın. Ne kadar ayıp? Sana hiç yakışıyor mu? Sen sokak kabadayısı değilsin. Annene söyleyim de ağzına biber sürsün. Biraz daha kızdırsam küfür bile edeceksin. Saat on ikiyi çaldı. Güzel prenses hizmetçi kıza dönüverdi.
Ama lütfen kabul et. Saman alevi gibi birden parlıyorsun. Yazdıklarımın seninle hiçbir ilgisi yok. Birkaç satır davul tozu, biraz minare gölgesi. Bütün yazma heveslileri gibi kelimeler arasında dolaşıyorum. Gelip yalvarsan bile, artık seni anlatmak istemiyorum. Ayaklarıma kapansan, hatta çıkarıp para versen bile yazmam. " Beni tepe taklak edeceksin" ne demek? İtibarımın senin gözünde çoktan üstü çizilmiş. Kalp para olmuş, adımız dümenciye çıkmış. Birazcık insaf etsen diyorum…
Geçen yaz tatilde Antalya'ya gitmişler. İki kız tatilin tadını çıkarmışlar. Geceleri diskolarda, gündüzleri kumsalda doyasıya eğlenmişler. Geç bunları, hepsi sıradan şeyler. Yüzünde hep gizlemeye çalıştığın o hüznü anlat bana. "İnsanların hepsi bencildir" derken zorla dizginlediğin öfkenin kopup geldiği yangınları söyle. Kaç kez canın yandı, kaç kez savruldun gecenin en dipsiz saatlerine? Kaç kez yanıldın, "gözyaşlarıma değmezsin, aptallığıma ağlıyorum ben, gözümü nasıl böyle boyamışsın? " kaç kez uyumadan sabahı bekledin? Sen, ben ve diğerleri hepimiz aynıyız aslında. Hepimiz benzer öykülerin içinden geçip gidiyoruz. Sadece maskelimizin kalitesi değişiyor.
Sen hiç gerçek olmadın. Yine her zaman yaptığım gibi Descartes'in mağarasına indim. Sulardan mağara duvarına yansıyan ışıklardan seni yarattım. Gerçek ne ışık, ne deniz, ne de benim. Hepimiz sadece birer algıyız, kocaman bir yanılsama…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
MuratHoca : Faik Murat Müftüler ÜÇ KADIN |
|
19, 23 ve 28 yaşlarında üç kadının sohbetine kulak misafiri olacağız. İsimler ile konumlar arasındaki ilgi ile okurları yormamak için kahramanlarımızı, Öğrenci (19), Mimar (23) ve Anne (28) adlarıyla anacağız.
Anne: Arkadaşlar; yönetmenimizle anlaşmamızı biliyorsunuz. Dürüstlük yemini ettik. Burada baş başayız. Yalan yok ona göre.
Diğer ikisi bir ağızdan "Evet" diyerek onaylarlar.
Anne: O halde başlayabiliriz. Öğrenci önce sen. Erkek arkadaşın. Anlat bakalım.
Öğrenci: Yeni başladık sayılır. Çok tatlı bir çocuk. İnanılmaz yakışıklı. Çok güldürüyor beni. Acayip eğleniyorum.
Mimar: Fazla gözünde büyütme. Sonuçta bir erkek işte. Bazısının güldürecek malzemesi vardır ama kaynakları kısıtlıdır. Bakarsın bir gün tükeniverir (İmalı şekilde sırıtır) Ne yapıyor? Fıkra mı anlatıyor?
Öğrenci: Ya. Anlatamam valla. Acayip gırgırız. Okulun kızları uyuz oldular bana. Arkamdan "Bu şırfıntı nasıl oldu da tavladı bu çocuğu?" diyorlarmış. İnanılmaz gurur yapıyorum anlatamam. Çatlasın kaltaklar.
Mimar: Onunla yattın mı?
Anne: Biliyorsun söz verdin. Yalan yok.
Öğrenci: Eee. Şey. Yattım tabii.
Mimar: Onunla evlenecek misin?
Öğrenci: Bilmem? Hiç düşünmedim. Daha çok erken değil mi bunu düşünmek için?
Mimar: O halde şöyle sorayım. Günü geldiğinde onunla evlenebilir misin?
Öğrenci: Tabii ki. Deli misin? Çok hoş çocuk. Anlatamıyorum herhalde?
Anne: Dur bakalım Mimar. Zehirleme şimdiden kızı. Sen anlat bakalım.
Mimar: Tamam; anlatıyorum. Dört ay önce yeni biriyle başladım. Ciddi düşünüyoruz. Çok efendi biri. İnşaat mühendisi. Bizim şirkette çalışıyor. Görgülü ve terbiyeli; çok iyi bir aileden gelme. İyi gidiyor şimdilik.
Anne: Öncekileri anlat. En baştan başla.
Mimar: Üniversite yıllarımda bir sevgilim olmuştu. Dört yıl çıktık.
Öğrenci: Ee? Ne oldu ona?
Mimar: Yakışıklıydı. Çok yakışıklıydı hem de…Ama kaba, görgüsüz ve ukalanın tekiydi. Dağınık, düzensiz, yarınını düşünmeyen, sorumsuz, kıskanç, çapkın... Yakışıklılığı yerin dibine batsın. Dört yılımı çaldı Allah'ın belası.
Öğrenci: Onunla evlenmeyi düşünmüş müydün?
Mimar: Eee. Evet. Yalan yok. İkinci senemizde evliliği konuşmaya başlamıştık ama onun evlilikte pek gözü yoktu.
Anne: Ve iki yıl daha dayandın ona. Tam iki yıl… Aman Tanrım…
Mimar: Seviyordum ama…
Öğrenci: Şimdi pek öyle görülmüyor (Kikirdeyerek güler)
Mimar: Ne gülüyorsun? Seviyordum işte. İnkâr edecek değilim.
Anne: Şimdiki sevgilini seviyor musun?
Mimar: Tabii ki. Sevmesem beraber olur muydum? Hatta gerçek sevgiyi onda bulduğumu söyleyebilirim. Mükemmel biri. Daha bilinçli seviyorum hem de.
Öğrenci: Ciddi düşündüğünüzü söylemiştin. İlk adımları ne zaman atacaksınız?
Mimar: Öyle detaylı konuşmadık şimdilik ama fazla uzatmaya niyetimiz yok. Herhalde iki üç ay içinde nişanımız olur. Gelecek yıl bu zamanlar da evleniriz sanırım.
Öğrenci: Konuşmadıysanız nasıl bu kadar emin olabilirsin ki?
Mimar: Emin olduğum bir şey yok. Onun planlarını bilemem ama ben uzatmamakta kararlıyım. Dört yıl çıktım da ne oldu?
Anne: Ona verecek bir dört yılın daha yok mu?
Mimar: Asla. Dört yıl sonra yirmi yedi yaşımda olacağım.
Anne: Peki ya o senden dört yıl isterse?
Mimar: Vermem.
Öğrenci: Ayrılır mısın?
Mimar: Elbette. Zaman hızla geçiyor. Çocuğumun anneannesi gibi görünmek istemem. Piyasada evlenilecek erkek bitmedi ya.
Öğrenci: Onu sevdiğini, gerçek sevgiyi onda bulduğunu ve onun mükemmel biri olduğunu söylemiştin. Sevginden sen de çok emin değilsin herhalde (Alaycı bir tavırla) Ayrılmaktan bu kadar kolay bahsedebildiğine göre.
Mimar:Çok fazla sevmek insanı aptallaştırıyor. Öncekinde bunu yaşadım. Oysa evlenmek ve anne olmak için sevginin fazlasına gerek yok bence.
Anne: Sen öyle zannet. Yeni ve eski erkek arkadaşların için söylediklerin ortada. Sence zaman gibi bir özveriyi hangisi daha fazla hak ediyor?
Mimar: Şimdiki sevgilim tabii ki ama benim o kadar çok zamanım kalmadı.
Anne: Üniversite yıllarında yaptığın bir eşekliği o mükemmel adama mı ödeteceksin?
Mimar: Neden bunu ödetmek gibi görüyorsun? Eğer beni seviyor ve istiyorsa evliliği neden geciktirsin ki?
Anne: Güven için. Sadece senin güvene ihtiyacın yok. O da güven isteyecektir. Güven zamanla kazanılır.
Mimar: Sence ben berbat bir insan mıyım?
Anne: Hayır değilsin ama bunu o bilemez. Senin berbat bir insan olmadığını anlamak için zamana ihtiyacı olacak.
Mimar: Ben onun çok iyi bir insan olduğunu daha bu günden anlayabildiysem eğer o da benim iyi biri olduğumu anlamıştır elbet.
Anne: Ya anlayamadıysa? Daha kötüsü ya sen yanlış düşünüyorsan? Belki de senin sandığın kadar mükemmel biri değildir.
Mimar: Hayır. O gerçekten de harika bir erkek. Benim sezgilerim yanılmaz.
Öğrenci: Hangi sezgilerin? Dört yılını çalan adamı seçerken kullandıkların olmasın? (Okkalı bir kahkaha atar)
Anne: (Öğrencinin kahkahasına ortak olur) Güçlü kadın sezgileri. Çok iyi biliriz değil mi Öğrenci? Hepimizde var. Nedense acı çekmemize bir türlü engel olamıyor kadınca sezgilerimiz.
Mimar: O zaman aptalmışım. Kabul ediyorum; ama şimdi akıllandım. Artık yaş tahtaya basmam. Öğrenci; onu tanısan böyle konuşmazdın. Anne tanıyor mesela. Beni destekleyebilir bu konuda.
Anne: O kadar emin olma. Burada boş yere konuşmuyoruz.
Mimar: Senin anlatacaklarını sabırsızlıkla bekliyorum.
Anne: Anlatacağım. Sabret biraz.
Öğrenci: Ablalarım ya. Fazla felsefi olduk. Mimar ablam. Anlatsana hadi. Gelinliğini falan. Düğünü nerede düşünüyorsunuz?
Mimar: Dedim ya. Sevgilimle pek fazla konuşmadık henüz ama ben kendi planlarımı anlatayım. Ona da anlattım, "Hayırlısı olsun" dedi. Tabii ki işin gelinlik kısmıyla pek ilgilenmedi. Erkek işte.
Öğrenci: Ben olsam çok uzun bir duvak ve kabarık, tül etekli bir gelinlik isterdim. Geniş bir tarlatan giyerdim altına. Üst kısmı da strapless olmalı. Gelin çiçeği olarak da orkide...
Mimar: Ay valla benim de kabarık gelinlikten gözüm korktu. Evvelki sene halamın kızı evlendi. Tarlatanla oturup kalkmak çok zor. Hele bir de tuvalete girmen gerekti mi yandın. Dört kişi girdiler tuvalete (Kikirder) Ben vücudu saran, dizden aşağısı kloş gelinlik istiyorum. Sırtı da beline kadar açık olacak; şöyle boyundan bağlamalı. Zaten düğünüm yaza denk gelecek gibi. Benim adam baya bir uzun boylu. Onun için topuklu ayakkabı giyeceğim. Geçen gün bizim şirketten bir arkadaşla bir ayakkabı beğendik. Çok sade. Rugan gibi parlak deriden.
Öğrenci: (Heyecanla ellerini çırpar) Ay çok heyecanlı! İnşallah benim düğünüm de yaza denk gelir.
Mimar: Aslında yaz kış fark etmez. Zamanı geldiğinde gönlünce takıl. Yağmur yaş olmasın yeter. Makyaj akar, saç bozulur yoksa maazallah.
Öğrenci: Hakikaten. Yağmur falan felaket olur herhalde. Ama yine de yaz düğünleri daha güzel oluyor. Hem balayı seçenekleri de fazla oluyor yaz aylarında.
Mimar: Evet. İkimiz de Marmaris'i çok seviyoruz. Oraya gideriz herhalde balayına.
Öğrenci: Hakikaten ya! Marmaris harika; ama ben Kuşadası'nı da seviyorum. Yurtdışı falan düşünmüyor musunuz? Venedik mesela. Çok romantik bir yermiş.
Mimar: Yok canım. Nerdeee? Balayı diyoruz ama iznimiz iki haftayı geçmez. Aileler de ağırlamak isteyecek düğünden sonra. İki gün bizimkilerde, iki gün onlarda. Yurtdışına gittiğimize değmez.
Anne: Zavallılar. Siz ikiniz; iki küçük zavallısınız.
Mimar: Neden öyle dedin?
Anne: Şu konuştuğunuz şeylere baksana. Hayaller. Madem bu kadar başarılısın hayal kurmakta, evliliğinin beşinci yılını da hayal etsene?
Mimar: Bebeğim olacak. Çok istiyorum. Düşünsene, minicik elleri, pamuk gibi teni, mis kokulu küçücük bir kız. Dünyanın en güzel şeyi olmalı.
Anne: Hiç ağlamayan harika bir bebek, duyarlı bir koca, anlayışlı bir kayınvalide, mükemmel bir ev, sonsuz bir aşk. Sana boş yere zavallı demedim.
Mimar: Tabii her şey masallardaki gibi olmaz ama neden çok kötü olsun ki?
Anne: Bak ben sana bir hayal kurayım. Şimdiki sevgilini seviyorsun değil mi?
Mimar: Dedim ya. Seviyorum elbet.
Anne: Eski sevgilinle ikinci yılınızda evliliği konuştuğunuzu söylemiştin.
Mimar: Evet?
Anne: O zaman; yani ikinci yılınızda eski sevgilinle evlenmiş olsaydın ve buna rağmen bu günlerde şimdiki sevgilinle tanışmış olsaydın nasıl hissederdin?
Öğrenci: Hah. İşte bak? Kazık soru.
Mimar: Allah düşmanımın başına vermesin. Berbat bir durum. Ne bileyim?
Anne: Neyse. Bunu bir kenara yaz. Yalnız kaldığında düşüneceğinden eminim. Mutlaka düşün ama… Sen de düşün ufaklık.
Öğrenci: İnsan böyle düşünürse hiç evlenemez ki
Anne: Hayır. Yanlış cümle. İnsanlar böyle düşünseydi evlilik kararını bu kadar kolay vermezdi. Geç olurdu belki ama elbet olabilecek en doğruyu yakalayabilirlerdi. Şu halinize bakın. Hayallerinizle evleneceksiniz.
Öğrenci: Tabii ki hayal kuracağız. Hiç plan yapmayalım mı yani?
Anne: Yapın tabii ki plan ama şu konuştuklarınıza baksanıza. Gelinlik, düğün, balayı… Belki de otuz kırk yıl sürecek bir evlilikle ilgili hayallerin ne kadarı o ilk gün ve ilk iki haftanın tasarısından oluşuyor?
Mimar: İnsan hayatında bir kere yaşıyor o günü. En iyisini istemeye hakkımız yok mu?
Anne: Mükemmel bir düğünden sonra berbat bir evlilik oluyorsa o günün mükemmel olması neye yarar ki? Bana öyle geliyor ki siz seçimlerinize göre hayal kurmuyorsunuz, hayallerinize aracı olacak seçimler yapıyorsunuz. Zayıflamayı planlayan bir obezin gidip otuzaltı beden giysi alması kadar saçma.
Mimar: Ne alakası var canım. Sevdiğim için hayal kuruyorum. Hayallerim yüzünden sevmedim ya.
Anne: Bence bu ihtimali de göz ardı etme. Hayallerin aşkından çok daha eski. Hepimiz ergenliğimizden beri gelinlik düşledik. Oysa ilişkileriniz yeni. Hayallerinizdeki erkeği aramıyor musunuz? Yani katı kalıp hazır ve onun içine oturacak malzemeyi arıyorsunuz. Siz malzemeyi böyle yumuşatırsanız macun gibi eğip büküp o kalıbın içine sokuşturursunuz mutlaka; ama o malzeme sertleştikçe gerçek biçimini alıyor ve kalıbı çatlatmaya, kırmaya başlıyor. Aradığınız malzeme de kalıp kadar sert olmalı ki ancak en uygun biçimde olanı kalıba oturmalı. (Ağlamaya başlar)
Mimar: Senin bir sorunun var belli. Sıra sana gelmedi mi daha?
Öğrenci: Evet Anne. Hani senin hikâyen?
Anne: Tamam. Anlatıyorum. Tüm bu anlattıklarınızdan ve benim de yorumlarımdan sonra yeni bir şey söylememe gerek kaldı mı bilmiyorum ama anlatacağım tabii ki.
Sabri: Oya hanım. Ona kadar sayacağım ve uyanacaksınız.
Mimar: Bu Sabri de kim?
Sabri: 1, 2, 3, 4, 5
Öğrenci: Hey! Bir erkek sesi duydum.
Sabri: 6, 7, 8, 9
Anne: Sakin olun kızlar.
Sabri: (Parmağını şıklatır) 10 ve uyandınız…
(Muayenehanenin bekleme salonunda evlilik danışmanı psikolog doktor Sabri, Mimar Oya hanım'ın dört yıllık kocası Mühendis Kerim bey ile konuşmaktadır)
Sabri: Kerim bey. Eşinizi hipnotize ederek telkin yoluyla öğrenciliğindeki ve meslek hayatına atıldığı günlerdeki halleriyle yüzleştirdim. Konuşabilmesi için sanal karakterler yarattım ona. Bir süre sohbet ettiler. Evliliğinizdeki sorununuz maalesef ki eşinizin yanlış seçiminden kaynaklanıyor. Yani siz onun için yanlış insansınız. Yanlış anlamayın; tabii ki bu sizden kaynaklanmıyor. Daha çok eşinizin evlilik öncesi zamanlarındaki cesur hayalleri bu yanlış seçimine yol açan. Bunu düzeltmek elbette ki elinizde ama kanımca düzeltme çabalarınız sizi siz olmaktan çıkaracak. Bu evliliği sürdürmek adına kişiliğinizden ve alışkanlıklarınızdan tavizler verebilecekseniz deneyebilirsiniz. Tabii ki bu, tavizleri verebilmenizden çok bu değişimi benimseyip benimseyemeyeceğinize ve buna ne kadar katlanabileceğinize bağlı. Lâkin beraberlikleri yürüten, karşıdakini olduğu gibi kabullenebilmekten çok, kendini olamadığı gibi kabullenebilmektir.
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo İnsan, kendine karşı |
|
Yahudi soykırımı, tarihin en ağır ve en acı gerçeklerinden biridir. Bu gerçeklikten çıkartılabilecek, edinilebilecek fazlasıyla ders var. Yirmi iki yaşında bir genç olarak, bir Yahudi olarak, bir insan olarak bu gerçekten yola çıkarak kendi adıma üstlendiğim görevi yerine getirmek istiyorum. 2005 senesinde Imre Kertézs'in "Kadersizlik" romanını okumanın ardından, her sene "Soykırım" ile ilgili bilgilerimi arttırmaya ve düzenli olarak bu konu hakkında bir yazı hazırlama kararı almıştım. Bu metin ile, geçen bir yıl aradan sonra, duygu ve düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.
2002 yılında bir edebiyat yarışmasına hazırlanmak adına, lisedeki tarih öğretmenimle birlikte, savaşlardan yola çıkarak "İnsan için, insana rağmen" konulu bir öykü yazmıştım. Öyküde anlatmak istediğimiz düşünce savaşların belli toplumlar çatısı altında yapılırken, o toplumdaki "insanlar" için yapılırken, yine nice "insan"ın öldüğü, hayatını kaybettiği idi. İnsanlar kendileri için savaşıyordu, karşısındakinin, kendi gibi bir can olduğunu bilmesine rağmen… Bu düşünce, bu fikir güncelliğini hiç yitirmedi, geçerliliğini koruyor ve yarın da koruyacak... ("Koruyacak gibi", demek isterdim; lakin bir kesinlik olgusu en azından bugünkü düşünce yapıma hakim.)
Bu sene konu hakkında ele aldığım yaklaşım, 2002'de hazırladığım yazıdaki düşünceye çok benziyor: İnsan, kendine karşı… Hem de öylesine karşı ki, belki açığa vurulan bir antisemitizmi yansıtmıyor; ama toplumun bilinçaltında her an harekete geçmeye hazır bir "düşmanlık" dürtüsü yatıyor. Elbette, bu olgu insan doğasının bir parçası olarak değerlendirilebilir; ama bu doğayı en ileri düzeyde olduğuna inandığım bir şekilde anlamaya ve dile getirmeye yetkinken, böyle bir düşmanlığın varlığının izlerini sürmek, onun gücüne ve her birimizin içindeki izdüşümlerine tek tek hayran kalmamak elde değil(!) "İnsan doğası" dediğimiz olgu çerçevesinde konu ele alındığında, kuşkusuz, bu düşmanlığın harekete geçmesindeki tetikleyici nedenleri, bahaneleri değil, topyekûn varlığımızın bir parçasına değinmiş oluyoruz. Düşmanlık, saldırganlık olarak adlandırdığımız kavramlar, bir var oluş sorunun biyolojik temeli olan olgularıdır. Genç bir birey olarak elde edindiğim tecrübeler bana bu düşmanlığı bünyelerimizden yalıtamayacağımızı; yaşadığımız, insanoğlu var olduğu sürece bu dürtünün barınacağını gösteriyor. Savaşların, şiddetin önüne geçemeyeceğiz, onlara karşıt metinleri ele almadan da duramayız, bir şekilde varız ve belki de safça bir umutla, geleceğin daha iyi olması adına mücadelemizi sürdüreceğiz.
Saldırganlık, belirttiğim gibi, biz insanların bir parçası; ondan kurtulmak değil belki; ama onu ne derece bastırabileceğimiz veya daha yapıcı işlevsellikte davranış biçimlerine dönüştürebileceğimiz tartışmalı…
"Yahudi soykırımı" dediğimiz gerçek, tüm dehşet verici çıplaklığına ve ürperticiliğine karşın; aslında insanoğlunun içinde duyduğu, duyabileceği nefretin en şiddetli göstergesidir. Almanya, I. Dünya Savaşı'ndan sonra, çok ağır şartlar altında varlığını sürdürmeye çalışan, anlayabildiğimiz ve okuduğumuz kadarıyla son derece baskı ve sıkıntı içinde bir devletti. Dünya'ya, Avrupa'ya karşı nefret ve düşmanlık duyguları hat safhadaydı. Hepimiz biliriz, neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde II. Dünya Savaşı bir yönüyle ilk Dünya Savaşı'nın bir sonucudur. Yahudiler'e karşı duyulan nefretse, o dönemin koşulları içinde bu baskı sonucundaki yüksek potansiyeldeki, olumsuz dürtülerle yoğrulmuş enerjinin dışavurumuydu. Aynı şekilde soykırım da insanın, insana ne kadar zarar verebileceğinin en vahşet dolu göstergesi olmuştur. Buradan çıkan mesaj evrensel: Zarar gören sadece Yahudiler veya Yahudilerle birlikte ölen milyonlarca insan değil; zarar gören insanlığın ta kendisi…
Soykırım, bir yönü ile bir sembol, bir işarettir. İçimizdeki potansiyel öfke ve nefret duygularının yol açabileceği sonuçları görmek adına bir işarettir. "Affet ve unutma" sözüyle hatırlarız soykırımı… Affetmek ve unutmamak… Almanlar, nice kötülüğe yol açmış halklar elbette affedilebilir, böylesi bir tarihin unutulmaması adına elbette çaba harcanmalıdır… Bu doğrultuda insanın, kendini affetmesini ve kendine yaptığını unutmamasını bekliyoruz. Soykırımdan yola çıkıldığında, tüm bunların yanında, bugüne ve kendimize de dönebilmeliyiz; çünkü bu olayın altında yatan felsefe her ne kadar insan doğasının bir parçası ve anlatımı olsa da, yüzyıllar boyudur süregelen bir gerçeği bize göstermektedir. Yahudi soykırımını anmak, sadece ölen altı milyon insanı anmak değildir; aynı zamanda insanı anmak ve insan olduğumuzu hatırlamaktır. Dünyada olan tek soykırımın, cinayetin Yahudiler'in başına geldiğini değil; nicelerinin başına geldiğini bilmektedir. İşin özünde Yahudi olmak, sadece bir bahaneydi. İşin özünde yüzleşmemiz ve görmemiz gereken "saldırganlık ve düşmanlık" dürtülerinin neler yaptırabileceğidir.
Elbette doğamızı, doğamızın "çirkin" tarafını kabullenmek, anlamak ve üstesinden gelmek yazıldığı kadar kolay değil. Doğadan söz ederken, doğuştan varlığımıza eklenmiş bir dürtüsellikten söz ediyoruz ve bir de bu doğrultuda çevremizin bize gösterdiği, aslında "yanlış" olabileceğine kanaat getirebileceğimiz motivasyonlarımızdan da… Bir din, ırk, milliyet, renk, yönelim taşımak insanı insandan ayıran, onları iki farklı tür kılan etkenler değildir. Hâlbuki ciddi bir şekilde bu başlıklar altında karşımızdakini büsbütün yabancı ve düşman olarak görebiliyoruz. Burada olması gereken illa ki kanlı savaşlar değil; en basitinden toplumsal ilişkilerimizde kimi zaman sarf ettiğimiz sözler, bu düşmanca duyguları yakalamak adına birer göstergedir. İşimize gelmeyen bir olaydan, sağlıklı kurulamamış bir iletişimden, basit bir alışverişten dahi karşımızdakinin bireysel kimliklerini aşıp, sorunu bir din, milliyet sorunsalı hâline getirmeye hazırız.
Yazının bu noktasında, basit söz oyunları ile bu düşmanlığın yansıtılması veya yüzlerce insanın ölümüne uzanabilecek süreçler arasındaki farkı görerek, derin bir nefes alıp, rahatlamalı mıyız? Bence cevap: hayır! Basit, kırıcı sözlere dile getirilen düşmanlıklar, bizlere yarın bu sürecin yeni bir soykırıma dönüşebileceğini, farklı koşullar altında hepimizin canının tek tek tehlike altına girebileceğini ve toplumların düşmanlık ve saldırganlık dürtülerinin bastırılmış bir şekilde var olduğunu anlatmaktadır. İdeal olabileceğine inandığımız, bu düşmanca duyguların "yapıcı ürünlere dönüşmesi" düşüncesi bir hayalden mi ibaret? Bu güzel düşünceyi dile getirebiliyoruz; ama onu gerçekleştirmek neden bu kadar zor? İçimizde bir yerde, bu türden düşmanlık tohumlarının yattığını bilmeliyiz ve kendi düşmanlıklarımızın gerçeği ile yüzleşmek çok büyük bir samimiyet ve belki de bir birey için doğuşundan itibaren harcanması gereken bir emeği düşündürmektedir.
Birçoğumuzun içinde birilerine karşı, bir çeşit düşmanlık duygusu yatmakta… O, hep "birileri "olarak kalıyor; hâlbuki o bir "insan"… Bir yanımız yoğun bir biçimde bastırılmış bir durumda ve kimi zaman bu saldırganlık duyduklarımızı göremiyor, yakalayamıyoruz…
İşte, soykırımın felsefesi, affedilmesi ve unutulmaması gereken öğretisi burada yatıyor bana göre… Yüzyıllar boyu yapılmış savaşları bir masal gibi algılamamalıyız. Bir yakınımız savaşta ölse ne hissederdik veya soykırıma kurban gitse? Aslında geride kalan diğerleri de o kadar "uzak" veya "uzağımız" değil ki… Sonuçta etten ve kemikten insanlarız; ama bu denli güçlü bir düşünce yeteneğine sahipken ruhlarımıza, duygularımıza, algılarımıza ve eylemlerimize hitap edebilmeliyiz. Affetmemiz gereken öncelikle kendimiziz. İnsanları çeşitli isimler altında yabancılar, yadırgarız… Bir yerde "yanlış" yaptığımızı görebiliyoruz; ama belki de en basitinden işimize gelmiyordur… Bu denklemi, örgüyü nasıl çözümleyeceğiz o hâlde? Bir yerden başlamamız gerekli… Başlayamıyorsak; tarih bize neden bu kadar ürpertici bir gerçeği anlatsın ve hatırlatsın ki…
Yazımın sonuna gelirken, samimiyetimi paylaşmak adına kendimden örnek vermek isterim… Ortaya koyduğum sorgulamaları ve düşünceleri yazabilmek adına ben de "birilerini"(insanları) yadırgadım, yabancıladım… Yazdıklarımla çelişen hareketler de bulundum ve de gelecekte de bulunabilmem büyük bir olasılık… Bu noktada doğama sığınmam, "insan doğası" demem yeterli olabilir mi bir açıklama için? Ben o doğayla bir ömür yaşayacağım, doğru; ama diğer yandan neden varım ve neden yaşayayım ki, bir şeyler yapamayacaksam? Yazarak ve sorgulayarak başladım… Yahudi olduğum veya başka özelliklerimden ötürü kırıldığım; ailemin, dostlarımın kırıldığı da oldu… Kimi zaman kızıyorum; ama kendimi de kapsayacak şekilde bu kırma ve kırılmaların ardındaki gerçeği anlayabiliyor ve görebiliyorum. Çalışmam ve bana öğretilmiş, gösterilmiş olan yanlış yargıları kırabilmem gerekli… İnsan öncelikle anlayışlı olabilmeli, daha fazla güçlenmekse zaman alacaktır… Çözmek gereken birçok soru daha var… Kendi çirkinliklerimi itiraf etmekten utanmamalıyım, yabancılaştırdıklarımı bir kez de kendi benliğimde haklı kılınabilecek bir şekilde kendime sunmamalıyım. Hem doğamın bana getirilerini yaşayacağım hem de hatalarımı anlayıp kendimi affedeceğim, yaşarken yapabildiğim kadar üretmeliyim. Belki birlikte el ele olursak, çok daha verimli bir şekilde yol alabiliriz… Affetmek ve unutmamak adına, sizi aynaya bakmaya ve omuz omuza mücadele etmeye davet ediyorum.
Fotoğraf:
Deneysel iğne (David Olère) 1945. Holokost'un yaşayan hatırası, New York.
Rezil Dr. Mengele, ürken mahkûmların bakışları altında iğne yaparken.
David Ojalvo www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan hangi sokağa çıksam galata |
|
herkesin bir başka kafkası var
benim niye yok ey büyük baba?
sülaleye sordum en yaşlı olana
evlat o dediğin kafka aha şurda
bizim helvacıda olur var git bak
nasıl çevrilir deli kafka kazanda
öykümü berbat edecek bu adam
dizelere gelip kurulmasa olmaz
hangi sokağa girsem galata çıka
geldi kafka ha kaçtı ha kaçacak
bir galondan az içeni aşağı atsak
gidip kemiklerini toplasak nasıl
kızılcık ormanında kızlar da yok
yeni bir şaire dar gelir bu sokak
az çekmedi bu ercümentlerden
yedi tepeli yedi hürmüze sorsak
hangi sokağa baksam galatayla
kalemtraşım da yok ki yanımda
ey istanbul kalmamış tepelerinde
karagümrük gemisinde küpeşten
bir sabun köpüğüydü üfürdüğün
film bitti bana mıydı rol kestiğin
hangi tepesinden bakacaksın deli
çok uzaksın şimdi öykünme bana
hangi sokağında yalpalasa galata
gözleri kapalı dinlerdi hep kerata
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.962 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Kokteyl
ne zaman bana baksan
sanki bir kadeh içine bedenim dökülüyor
senle karışıyorum
sensiz çalkalanıyorum
bir pipet gibi kalbime batıyorsun
içimde tek yeşil zeytin gibisin
etrafımdaki camlarım sırılsıklam
ıslaklığım sensizliğe özlem
çekilen her damlada
sıyrılıp içimden
salıveriyorum kuruyan dudaklarına
terlemiş alnından çıkıp
akarken yeniden kuruyan dudaklarına
ya iç beni tusunami yaratırken üstümde
ya kır beni döküleyim yerlere
ziyan olup
ıslatayım giden ayak seslerini
Serdar San
Yukarı
|
Sudoku #46
Çözüm: Sudoku #45 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Hay ben senin kafana...
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Blog, genellikle güncelden eskiye doğru sıralanmış yazı ve yorumların yayınlandığı, web tabanlı bir yayını belirtir. Çoğunlukla her gönderinin sonunda yazarın adı ve gönderi zamanı belirtilir. Yayıncının seçimine göre yazılara yorum yapılabilir. Yorumlar blog kültürünün çok önemli bir dinamiği ve yapıtaşıdır. Yorum mekanizması ile Yazar ve okuyucular arasında sürekli bir iletişim sağlanır. Blogcuların kendilerine has bir kültürü vardır. Yapıları birbirine benzer, üzerlerindeki yazışma ve konuşmaların tarzları birbirlerine benzer. İlk ağ günlükleri manüel olarak yazılıp güncellenirken, bugün bu iş için özel yazılmış yazılımlar kullanılmaktadır... Bu kadar uzun olan bu açıklamadan sonra http://www.blogcu.com kısayolunu tıklayarak Türkçe blog keyfini yaşamaya ne dersiniz?
Bu arada yukarıdaki ayrıntılı açıklama tarzındaki bilgileri bulabileceğiniz en kapsamlı web ansiklopedi http://tr.wikipedia.org hem de tamamen Türkçe. Daha önce denememiş olanlara ısrarla tavsiye ediyorum.
Herhangibir web sayfasının ne kadar ziyaretçisi olduğunu incelemek isterseniz en kolay kaynak http://www.alexa.com Hemen giriş sayfasındaki kutucuğa web trafiğini incelemek istediğiniz web sayfasının tam adresini yazıp enter'a basmanız yeterli. Hatta isterseniz alexa'ya ait toolbar'ı kendi bilgisayarınıza yükleyip ziyaret ettiğiniz web sayfasının trafik durumunu online olarak takip edebilirsiniz.
Bu siteye büyükler giremez! ilkesi ile hazirlanmis çocuk haklarına yönelik portal site'de flash oyunlar, resimler ve eğitici bilgiler bulunuyor. Neresi burası, tabiki http://www.atlikarincam.com/
Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|