1001 Dilek



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 973

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 28 Nisan 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Oltaya gelmeyin!?..


1. Kahve Molası Öykü Yarışması - Detaylar için tıklayın.
Merhabalar,

Milli Marşımız hala reklam jingle'ı. Bir Allahın kulu n'oluyoruz demiyor. İnsanı çileden çıkarır bunlar. Ben protestoya başladım, Petrol Ofisi istasyonlarını sadece umumi tuvalet olarak kullanıyorum. Ottan çöpten ürettiklerini bağırdıkları yakıtlarını almıyorum. Sakın ha siz bana uyup almamazlık etmeyin, sonra çete oluşturmaktan siz, elebaşılıktan ben, kodesi boylarız. Çeteleşmek yok, bireysel eyleme devam.

Sayın Baykalım "Terörle Mücadele Yasası"nın 6. maddesine takmıştı dün. Haklı mıdır değil midir ulemalar bile bir ortak karara varamamışlar, ben garip bir editör olarak ne diyeyim? Teröristbaşı eğer bu pişmanlık yasasından yararlanmak isterse koyvermek gerekirmiş. Olur mu olur. Bu memlekette beni hiç bir şey şaşırtamaz. Ama bu baş eğer çıkıpta ben yaptıklarımdan pişmanım, el aman beni affedin derse komik olmaz mı? Hadi o stand-up'çı, oldu diyelim, ya birileri de çıkıp onu koyverirse, ayıp olmaz mı? Ayıp?

Şu okuduğunuz KM sayısını 10 kişiye yollayın Amerikan Wallmart hepinize 234.13$ ödeyecek... desem inanır mısınız? Hadi leynn der geçersiniz. Ama bir arkadaşınız size aynı mesajı biraz ballandırarak, içine birkaç teknik laf ekleyip yollayınca inanıyorsunuz. Daha doğrusu aman canım "Ya tutarsa" diyorsunuz. Yapmayın, bu oltalara gelmeyin. Microsoft böyle para dağıtsaydı Microsoft olur muydu? Bu mesajlara "Plishing" deniyor. Yani birileri ortaya bir olta atıyor, takılanları topluyor. Bu sayede birçok gizli kalması gerekli kayda ulaşmak mümkün olabiliyor. Siz siz olun oltaya gelmeyin. Oltaya gelip trafiği gereksiz şekilde artırmayın.

Haftayı rahmetli Esmeray'ın unutulmaz şarkısı ile kapatıyoruz, Unutama Beni. Hepinize bol güneşli bir hafta sonu diliyorun. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Ne bekliyordunuz?

Her yıl onbin insanımızı yitirdiğimiz karayolu cinayetlerine, geçenlerde Zonguldak'tan bir bilimsel etkinliğe katılıp dönerken genç yaşlarında kaybettiğimiz mağdurları Hacettepe Üniversiteli iki öğretim üyesi olan 'cinayet' ile artık ne yazık ki bir 'Bağdat Caddesi Klasiği' haline gelen 'Suat Ayöz Cinayeti' eklendi.

Bilime, plana sırt çevirip; gününü gün eden, mevcut kaostan verdikleri görüntünün arkasında yanlızca 'pozisyonu ve birikimi' ile kendi çıkarlarını arttırmaya koşullanmış öğretim üyesi, aydın, medyatör, bürokrat, siyasetçi çoğunluğu olan ve onların bu vurdumduymazlığında yine kendi çıkarları peşinde haniyse kudurmuş gibi sağa sola saldıran insancıklarla kuşatılmış bir ülkenin kendi evlatlarını yiyip tüketmesine tanık oluyoruz her gün. Sıranın bize ne zaman geleceğini merak ederek.

Bilim ve planlama dışı hazırlanan yolların, işaretlemelerin, düzenlemelerin, işletme biçimlerinin ve motorlu araç önceliklerinin olumsuzluklara davetiye çıkardığı son derece açık. Bu şekilde hem kazalar artıyor hem de oluşan kazaların ölümcüllüğü, şiddeti tırmanıyor.

Üstelik denetimin de yok düzeyinde olduğunu, güya yasa ile iyileştirmeler arayan kamuyoyu ve yasa koyucuların, yürütücülerin bizzat kendi gayret ve elleriyle yasaları işlemez duruma getirdiklerini, beraberce getirdiğimizi biliyoruz.

Nihayet. Ülkenin trafik güvenliğinde kademeli iyileşmeler sağlayabileceği bütüncül bir 'Ulusal Trafik Güvenliği Proğramı' na ve bunun titizlilikle ve kesintisiz uygulanmasına gereksinim duyulduğu; bu çerçevede büyük gayretlerle 2001 yılında Trafik Güvenliği Projesi bünyesinde hazırlanan "Proğram" ın hiç uygulama şansı tanınmadan rafa kaldırıldığını kamuyoyu bilmiyorsa da; üniversitesinden, bürokrasisine ilgilisi ve anlı şanlı kimi 'basın mensupları' biliyor.

Biliyor da ne oluyor?

Hiç bir şey değişmiyor!

Neden?

Çünkü kimse parmağını kımıldatmıyor. Dahası;

Her gün binbir vurdumduymazlığa, hoyratlığa, kural tanımazlığa tanıklık ederken, içinde yaşarken…Trafikte.

Yayalar karşıdan karşıya geçerlerken, kendilerine yanan kırmızı ışığa karşın yayaların üstlerinden, yanlarından geçip giden araç sürücülerine,

Kendi araçlarını koruyup; çocukları, insanları yol üzerine iten lkaldırım üstü park yapanlara,

Mahalle, sokak aralarında bile hızlarını arttırıp, doğrudan insan yaşamına kast edenlere,

Önünüze kıran, yolunuzu tıkayan, sıkıştıran, acil şeritleri kapatanlara,

Durdurabilip; yaptıklarının, davranışlarının nedenlerini sorduğunuzda…

Nasıl yanıtlar alıyorsunuz, alabilirseniz?

Küfürden, basit ve güya söylenmiş bir özüre değişebilen karşılık yelpazesinde, ortak gerekçeler neler?

Aceleleri var! Ne oldu yani, dünyanın sonu mu? Sana mı kaldı uyarmak? İdare ediver!

Ne bekliyordunuz ?

Bu kadar bencil, bu kadar uygarlıktan nasibini almamış, bu kadar kaderci ve "abi idare etçi" insanların içinde bulunduğu ve belki de sizin, benim de üyesi olduğumuz bir güruhun sözümona 'toplu yaşama oyunundan'

Her gün işlenen trafik cinayetlerinden ve bunun sıradanlaşmasından başka

Ne bekliyordunuz?

Cumhur




Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Gülendam Z.Oğuz

 Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz


  Bir seyahat güncesi- 4

Ne yalan söyleyeyim, köpüklü küvet sefası pek iyi geldi. Yeni gelinleri gibi önce su'da zevk-i sef'â yaptık, ardından da bir güzel süslendik, püslendik, dışarıya çıktık.

Eski şehir meydanında, tüm ısrarlarıma rağmen, italyan yemekleri dışında kızıma birşey yediremiyorum. Zaten birbirimize 'hey bella, come stai!' diye takılmaya da başladık. Allah sonumuzu hayır etsin!

Yemekten sonra, Namesti meydanındaki minik kilise'ye, klasik müzik dinlemeye gidiyoruz. Daha iyileri var aslında, ama ufaklık 'ırın kırın' ediyor, en yakın mesafedeki bu kilise ile idare etmek zorundayım artık. Eh buralara gelmişken canlı bir klasik dinlemeden de olmaz ! Gel gör ki, kızım tüm konser boyunca oturma sıralarının ara boşluklarına ya hırkasını, ya çantasını düşürüyor ve diğer turistlerin 'huşuuuu..' ları, yankılanan düşme sesleri ile bozuluyor. Zavallılar, tik'liler gibi ha bire irkiliyorlar. Hayır, yere bir şeyi düşmese, bizimkisi -yüksek kilise sırası mı onu rahatsız etti nedir?-, ayaklarını sallayıp duruyor. Elimle dizlerini tutuyorum, yok, iki dakika sonra bedeninin üst bölümünü arkaya çevirip, hemen arka sıramızda oturanlara sırıtıyor. "Kalk gidelim !" yapıyor tabii, kerata! Konser pek iyi değil, beni de sarmadı ya neyse!.. Bu konuda onunla yüz-göz olmuyorum.

Konser bitilinde, koca bir külah dondurma ile ufaklığa gecikmiş rüşvetimi ödüyorum. Otelimize doğru yürümeye başlıyoruz. Saat takriben gece yarısı ve çok mutluyuz. Çünkü bu gece ferah ferah yeni odamızda uyuyacağız, 'Yuppiii...!'.

Eh, gün içinde önce kale'ye, sonra çan kulesine tırmandık! Dere tepeler aştık, yürüdük de yürüdük! Küçük Mahalle tarafında dip köşe sokaklara bile daldık ve ardından Karel Köprüsünden geçerek Eski Şehir tarafındaki otelimize vardık.

Kenarlarında bolca aziz heykelleri bulunan Karel köprüsü, çok ama çok kalabalıktı, adeta insan seli!.. Bir de hediyelik eşya, fotoğraf, kukla ve ressam tabla'ları, şövaleleri... Her türden müzik de cabası ! Köprü üzerinde bir ressamın çizdiği japon kadının portresi ile yerimde çakılıp kaldım. Sanki kağıttan dışarı çıkacaktı! Kızımı razı edip, onun da resmini yaptırmak üzere yaz sıcağı altında 15 dakika sıra bekledik. Ardından yarım saate yakın da kızımın portresi sürdü. Tabii kızımı yine dondurma ile kandırdım. Ressam Saray Bosnalı idi, yani yarı bizden! Pek seviştik. Bu harika portre için seve seve bizim para ile 50 milyon bayıldım. Ressam, bu kısa süre içinde detaylarla öylesine uğraşmıştı... Aslında sanata, el işine dair emeğin bedeli zaten tartışılmamalı!


En nihayet, otele varıyoruz. Oh! Tekrar cici odamızdayız! Hemen soyunup dökünüp, dişleri de fırçaladıktan sonra cup-a.. yatak! Ana-kız biribirimize iyi geceler öpücüğü verdikten sonra, sırt sırta uykuya dalıyoruz.

Önce derinden bir öksürük sesi ve arkasından kızımın öğürtüsü ile uykumdan sıçrıyorum. Çocuğu yataktan çıkaramıyorum bile! İçi dışına çıkıyor adeta! İlk kez böylesine şiddetli bir 'şey' yaşıyoruz ve ilk kez kendimi bu kadar çaresiz hissediyorum. Onu doğruca küvete götürüp saçları dahil yıkıyorum. Zavallı hem utanıyor, hem üzülüyor. Ah benim hassas kızım, endişeme üzülüp ağlamaya başlıyor.

Tekrar yatağa gidiyoruz ki; yatak yorgan namına birşey yok! Her yer, halılar dahil batmış vaziyette. Onu hemen koltuğa yatırıp, çarşafa yorgana girişiyorum. Sabahın 02.30'u ve ben bu ihtişamlı küvette yılın çamaşırcısı olmaya namzetim. Yatak şiltesine de bir kılıf dahi koymamış adamlar, ay olacak gibi değil ! Hangi bir tarafı temizleyeyim? Şimdi ağlayacağım!

Resepsiyondayım. Panikteyim. Odanın temizlenmesi konusunda yardım istiyorum. Gece müdürü benimle odaya geliyor ve yıkamaya çalıştığım onca şeyi ikimiz beraber koridora çekmeye çalışıyoruz. Ancak etrafın mis kokusundan eser kalmadı, bize ameliyat maskesi lâzım -da, kibarlığımızdan bu konuda birbirimizle yüzleşmiyoruz.

Neyse, adamcağız dost'ane bir ses tonu ile, odayı bu saatte temizleyemeyeceklerini, burada yatmamızın uygun olmayacağını söylüyor. Boş bir odanın olduğunu, üzülmememi ve geceyi orada geçirmemizi öneriyor. Bu arada çocuk için uygun bir ilaç da bakmak istiyor, ancak ben, seyahat ilaçlarımdan o konuyu çoktan hallettiğimi söyleyip ona teşekkür ediyorum. Adama aşık olabilirim! Ne de düşünceli! Tam, her eve lâzım'lardan! Yakışıklıymış da! Yeni farkediyorum.

Ufaklık gece müdürünün kucağında, bir odaya geliyoruz. Ve...
Haydaa !.. Tekrar o minik odada değil miyiz? Kızım bile gülmeye başlıyor. "Sağol be Aslı! 5 günün 2. gecesini de bize bu klostrofobik odada geçirttin ya.. " diyor, onu ısırır gibi öpüyorum. Kabahat bende! Çocuğu bütün gün, yürüt babam yürüt! Bir de tepesinde güneş kıpırdatmadan yarım saat bir tabure üstünde oturt! Sonra da rüşvet dondurması yedir! Aferin bana! Çocuk da, ben de helâk olduk! Bu durumda, trenle 2-3 saat mesafedeki masal kenti Karlovy Vary'ye yarın gitmemiz, ancak güzel bir hayal olarak kalır!

Sabah oldu. Koridorlarda geceliklerle 'esas' odalarına koşuşturan iki tip, yine gülüşüyoruz. Eh haliyle, odanın tüm pencerelerini açmış adamlar, içerisi biraz serin! Neyse, yatak, halı falan temizlenmiş. Ufaklık da iyi. Harika! Ama şehir dışına çıkmayı aklı başına gelmiş bir anne olarak uygun görmüyorum ve o programı askıya alıyorum.

Kahvaltı ederken, kitapta işaretlediğim Hotel Evropa'ya gitmeyi teklif ediyorum. Tabii ki yine yürüyeceğiz. "Aralarda durur, dinleniriz canım!" Kitap; otellerin altın çağını hatırlatan bu özel binanın son derece iyi korunduğunu yazıyor, vesaire.. vesaire.. Ve Art Nouveau tarzındaki bu çok süslü püslü asırlık otelin kafe'sinde bir kahve içilmesi şiddetle öneriliyor. Herhalde bizim Pera Palas gibi bir yer! Otel bahane, ben Yeni Şehir tarafını da görmek, öğrenmek istiyorum.

Bir ara, küçük sokak aralarında kayboluyoruz. Dön dolaş aynı yerdeyiz. Bizimkinin haklı söylenmelerine cevap dahi veremiyorum. Neyse; Yeni Şehir bölgesinde, Vaclav Meydanındayız. Buralar Taksim Meydanı gibi, Eski Şehir'in havası yok. Turist'lerin kalitesi bile daha düşük! Hotel Evropa güzel, ama beklediğim gibi de değil! Usulen kahve ve sıcak çikolatamızı yudumlarken dışarda birayı fazla kaçırıp da azıtan ingiliz turistlerle garsonlar birbirine giriyorlar. Tabureler havada uçuşuyor.

Ortalık sakinleşince kallavi bir 'art nouveau' hesap ödeyip kalkıyoruz. Aslında Prag'da fiyatlar İstanbul'dan ucuz, aynı İzmir gibi! Ama burası özel bir yer ya...

Ufaklık yürümek istemeyip, kaşla göz arasında bir taksi durağında arabanın tekine atlıyor. Kutsal kitap, yok pardon benim rehber kitap; çek taksicilerden öcü gibi bahsetmiş ve dikkatli olunmasını yazmış. Ne yapayım ki ; çocuk yorgun!

Bir güzel dolambaçlı yollardan otele varıyoruz. Bir kazık bekliyorum ama.. Taksimetreyi görünce dudağım uçukluyor. Havalimanından otele bile bu kadar tutmamıştı. Başlıyorum adama bağrınmaya! Ama adam tarzanca; nuh diyor, peygamber demiyor! Harbiden dolandırılıyoruz! Pabuç bırakır mıyım? 'Polise gidiyoruz!' diyorum. Tam tamına 740 çek kronu! Düpedüz soygun!

Hadi bakalım! Ben yaygara yapınca, adam kapıların otomatiğini kilitlemez mi? Ufaklık korkuyor ve bana parayı ödeyip inmemiz konusunda yalvarıyor. Ben ise halâ bağrınıyorum -ki.. Şöförün Arnavut olduğunu anlıyorum. Yani o keçi, ben deli!

Çocuğun hatırına 700 kronu koltuğa fırlatıp, ben de kapıları eğer açmazsa ona neler yapacağımı söyleyip tehdit ediyorum.

Hayır, ne yapacaksam?.. Ben de bilmiyorum.
İniyoruz. Tabii, tir tir titriyoruz da...

Otelimizin bahçesinde kendime güzel bir ' Bloody Mary' ısmarlıyorum. Hayır, kan çıkartamadım ya... Hıncımı alamıyorum. Ben, yani kanlı canlı türkiş Mary, bu kazığı ah nasıl da yedim? 150 kron'luk mesafeye, nasıl da 700 verdim? Aradaki fark ile en az ; 3 kere faytona biner veya 3 kere konsere gider veya kendi portremi bile yaptırır ya da en güzeli koca bir ahşap kukla alırdım yahu!.. Neyse, kızım iyileşti ya çabucak, canımız sağolsun! Acılı domates suyu, cin ya da votka.. Ah bir de kafalar çarçabuk iyi olsa!..

Yemeği otelde geçiştirip, odamıza çıkıyoruz. Kazığı yemişim, nasıl moral kalır yahu? Bir de döviz bürosunda kazık yedim bugün! Biraz kitap okumaca, sonra yatak!

Yarın, şehir dışına yani masal kent'e gitmeyi deniyeceğiz, olmadı Petrin Parkı'nda iki saat uzun bir yürüyüş yaparız.

Sabah ola, hayr' ola!..

Gülendam Z.Oğuz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  ÜÇ HERCAİ MENEKŞE

Her dakika renk değiştiren bir perde gibi iniyor akşam. Akliman üzerinde günün son kızıllığı soluklanıyor. Sokaklarda hafif bir rüzgârla sürekli rengi soluyor gündüzün. Ayak sesleri hızlanıyor kaldırımlarda. Birer birer dükkânların ışıkları yanıyor. İnsanlar son alış-verişlerini yapıyorlar.
Ellerinde paketler, çantalar. Gözlerinde bekleyenlerine yetişmenin telaşı var.

Oysa yalnızlıktan kaçmak için kendimi sokağa atmıştım. Hala yalnızım. "İyi akşamlar" diyecek kimsem bile çıkmadı. Gidecek bir bekleyenim de yok. Bütün yalnızlığımın duvarlarından haykırdığı odama dönmek istemiyorum. Suratsız odama. Bütün eşyaları bitmeyen bir yalnızlık şarkısını söyleyen odama…

Sokağın sesini dinleyerek, vitrin ışıklarına bakarak yürüyorum. Telaşlı adımlarla fırından ekmek alsam, manavdan bir kilo elma, ya da bir dükkandan yarım kilo peynir. Diğer insanlara benzerdim. Avunurdum belki biraz. Kimi kandırıyorsun? Yalnızsın işte. Üşüyorum. İçim titriyor. Oysa hava soğuk değil. Tadını doyasıya çıkarmak gereken bir bahar akşamı… Yine de üşüyorum. Artık sokak lambaları da yandı. Postaneye doğru iniyorum. Onlarca insan telefon kulübeleri önünde. Kimisi konuşuyor, kimisi konuşmak için sıra bekliyor. Belki sevgililerini arıyorlar. Evdekilere gecikeceklerin söylüyorlar ya da. Telefon edecek, arayacak kimsem de yok. Ben bir sevgili istemiyorum. Bir arkadaşım olsa yeter. Otursak en yakın kahveye. Futbol konuşsak, ekonomik krizi konuşsak yeter. Arada bir sözleşip iki kadeh atsak akşamları. Eski aşklardan söz etsek, okul yıllarımızdan laflasak. Daha ne isterim? Sahilde gezintiye çıkanlar evlerine dönmüşler.

Cadde iyice boşalmış. Sinema afişine takıldı gözlerim. Kadınlar Ne İster? Sinemaya gitsem belki biraz susar yalnızlığım. Kadınların ne isteği kimin umurunda? Nasılsa benim gibileri istemezler. Sayımız koca kentte onu bulmaz. Yalnızlıkla lanetlenmiş olanlar… Ölünceye kadar böyle mi yaşayacağız?

Kaldırımda rengârenk çiçekler. Uzun saplı karanfiller, güller adını bilmediğim daha birçokları. Uzun yeşil bitkiler. Yaprakları dantel gibi güzel olanlar. Ne güzel. Bu saate kim çiçek alır ki? On beş farklı renkte hercai menekşeler. Gözlerimi menekşelerden alamıyorum. İçimde bastıramadığım bir istekle. Dükkândan içeri girdim.

- Bana büyükçe bir saksı, bir torba çiçek toprağı, üç tane de hercai menekşe ver.
- Hangi renk istiyorsun?
- Biri mavi, biri sarı, diğeri de bordo olsun.

Ağaç kasa içinden üç siyah küçük torbaya ekilmiş menekşeleri aldı.
Özenle büyükçe poşete yerleştirdi. Saksı ile toprağı da ayrı bir torbaya koydu.

- Üç milyon. Dedi. Parayı verdim.

Dükkândan çıktım. Eve gitmek için bir nedenim oldu. Ben de diğer insanlar gibi, sanki bekleyenim varmışçasına aceleyle eve geldim. Paketin ağzını açtım. Toprağı saksıya boşalttım. Menekşeleri küçük siyah torbalarından çıkardım. Üçünü de saksıya yerleştirdim. Aralarını toprakla doldurdum. Saksının altından çıkıncaya kadar su verdim. Odamın ortasına koydum. Biraz uzağa çekilip baktım. Çok güzeldiler.

Ama güneş isterler. Yarın işe giderken pencere önüne bırakmak gerekir. Şimdi burada kalsınlar. Doya doya bakayım. Sizi bilmem ama benim evde artık bekleyenim var. Üç hercai menekşe… Bir demet renk, bir demet yaşam, bir demet bahar. Merak etmeyin. Gün aşırı sularım sizi. Müzik dinleriz birlikte. Konuşuruz hatta. Ben artık daha az yalnızım. Akliman' da akşam kızarıyor. Benim üç sevgilim var. Evde beni bekliyor. Üç hercai menekşe…

Yaşamla Dirsek Teması
Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Havana'da 1 Mayıs

1 Mayıs'ın "Çalışanların Bayramı" olduğunun kabulü, 100 yıl öncesine kadar uzanır. "Labor Day" yani "Emeğin Günü", Eylül ayının ilk Pazartesi günü kutlanmak üzere, ABD'de ortaya çıkmış ve burada yaşayan işçilerin sosyal ve ekonomik başarılarına adanmış. İlk kutlama, 5 Eylül 1882'de Newyork Merkezi İşçi Sendikası tarafından düzenlemiş. Ertesi yıl, bu tarih ulusal tatil olarak da kabul görmüş ve her yıl uygulanmaya başlamış. Sonraki yıllarda, 1 Mayıs ya da "May Day", Sosyalist hareket tarafından "İşçi Bayramı"nın kutlandığı bir tarih olarak bütün dünyada genel bir kabul gördü.

1 Mayıs dendiğinde, 1978'deki, kanlı "Taksim Mitingi" aklıma gelir hep. O zamanlar henüz on yaşında bir çocuktum. O gün, babamın omzunda Beşiktaş'tan Dolmabahçe'ye kadar yürümüş, ağabeyimi Taksim'e uğurlamıştık. Sonrası kötü anılarla dolu…

15 Nisan - 8 Mayıs 2005 tarihleri arasında yaptığımız 2. Küba gezisinin plan aşamasında, özellikle birşeye şeye dikkat etmiştik: 1 Mayıs'ta Havana Devrim Meydanı'nda bulunup, "başka bir dünyanın var olabileceğini" kanıtlamış Küba halkının, bu etkinliğe nasıl hazırlandığını, etkinliği nasıl düzenlediğini ve kutladığını görmek istiyorduk.

Küba'da hemen her şehirde devrim meydanları var: Havana Jose Marti Devrim Meydanı, Santiago de Cuba 26 Temmuz Meydanı ve Che'nin mozolesinin bulunduğu Santa Clara Devrim meydanı gibi. Bunlar aşırı kalabalık kitleleri taşıyabilecek büyüklükteki meydanlar. Bana göre, bunlar arasındaki en önemli, en görkemli ve tarihi olanı Jose Marti Devrim Meydanı.

Küba'ya gazeteci akreditasyonuyla gitmemize karşın, 1 Mayıs kutlamalarına katılabilmek için yeniden izin alınması gerekiyordu. "May Day"den 2 gün önce, Havana Uluslararası Basın Merkezi'nde 1 Mayıs gününe ilişkin kısa ve özel bir brifing verildi. Toplantı bitiminde, sadece o gün geçerli olan kimlik kartlarımızı ve güvenliğe kim olduğumuzu anlatan kısa, İspanyolca notlarımızı aldık. 1 Mayıs sabahı saat 07:00'de alanın kenarındaki basın merkezinde olacaktık.

Kutlama'dan bir gün önce hazırlıkları merak ederek Meydan'a gittik. Aslında, Havana'da, şehrin bir çok yerinde dikkat çekecek sayıda ya da büyüklükte ne afiş ve pankart vardı, ama etkinliğin yapılacağı Meydan'a bakan binaların neredeyse tamamına sloganlar, afişler ve resimlerin olduğu devasa büyüklükte bez panolar asılmıştı. Özellike "Vamos Bien" yani "İyi Gidiyoruz" panoları dikkat çekiyordu-Küba, son yıllarda işlerin daha da iyi gittiğini vurgulamak için bu sloganı kullanıyor. Devrim Meydanı'nda konuşmanın yapılacağı kürsü ve sahne Jose Marti heykelinin hemen önüne kurulmuştu. Sahnenin iki yanında, sahneyi karşıdan görecek biçimde düzenlenmiş iki yüksek platform bulunuyordu. Bu bölüm uluslararası basın kuruluşları icin ayrılmıştı. Meydandaki görevliler, oradan oraya gruplar halinde koşturup, öğrencilerin, sendikaların, meslek örgütlerinin alanın neresinde duracağının planlarını yaparken, kutlamalar sırasında gösteri yapacak öğrenciler, askerler, sanatçılarsa Jose Marti heykelinin gölgesine çekilmiş prova sıralarını bekliyorlardı. Herkesin topyekün bir hazırlık içinde olduğu apaçık ortadaydı. Alandan ayrılırken, çevreye barikatlar çekiliyor alan "May Day"e kadar araç girişine kapatılıyordu.

1 Mayıs sabahı...

Akşamdan hazırladığımız fotoğraf çantalarını, ekipmanları kuşanıp, kendimizi hemen dışarı attık. Havana Libre otelinin köşesinden kolayca taksi bulacağımızı düşünüyorduk. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı! Yollar taşıt trafiğine kapatılmıştı; şehir dışından gelenlerle birlikte bir insan seli akıyordu sokaklarda. Herkes gibi biz de, sabahın saat 03:00'ünde, yürümeye başladık. "Kırmızı" t-shirt giyen kalabalığa ve günün anlamına uyum göstermek için biz de kırmızı giymiştik. Bir süre yürümeyi sürdürdük, ancak bu hızla basın merkezine erişmemiz mümkün olamayacaktı. Çünkü kalabalık zaman zaman duruyor, arkadan gelen kamyon ya da otobüslere yol veriliyor, solganlar atılıyor, sonra yola yeniden devam ediliyordu. Boş bir taksiye rast geldik. İtiraz etmesine hiç fırsat vermemek için hemen bindik; basın kartlarımızı ve Basın Merkezi'nden aldığımız İspanyolca notu gösterince, yola koyulduk. Ara sokaklardan gire çıka yavaş yavaş Meydan'a yaklaştık; en azından heykeli uzaktan görebiliyorduk, ama önümüzde bir insan seli vardı. Şöför, zaman zaman yolu kesen polislere bizim kartı gösterip uzun uzun anlatıyor, polisler bizi gözleriyle inceliyor sonra yola yeniden devam ediyorduk. Sonunda alanın yaklaşık 500m. batı tarafında bulunan basın merkezine ulaştık. Henüz gelen yoktu. X-ray cihazının yanındaki iskemlelere iliştik ve dinlenmeye çalıştık bir süre. Yaklaşık 3 saat sürecek, yorucu bekleyişimiz başladı. Hava henüz aydınlanmamış olmasına karşın, meydandan oldukça coşkulu sesler geliyor; ve biz uzaktan duyduğumuz ama kime ait olduğunu göremediğimiz bu seslerin eşliğinde bekliyorduk. Bizden sonra ilk gelen, Uruguay'lı bir gazeteci oldu. Aslında fotoğrafçı olduğunu, son yıllarda dayanışmayı arttırmak adına her 1 Mayıs'ta Küba'ya geldiğini ve fotoğraflarıya ülkesine buradaki atmosferi aktardığını anlattı. Bir süre önce de, Kanada'lı üniversite öğrencileriyle geldiğini ve Konservatuar'daki müzik aletlerinin tamiri konusunda bir atölye çalışmasına katıldığını anlattı. Zaman ilerledikçe, 3 gün önce katıldığımız, Fidel ve Chavez'inde birer konuşma yaptıkları ALBA konferansından tanışageldiğimiz basın mensupları gelmeye başladılar. İsimlerimiz yeniden yazıldı ve toplandı, kartlarımız kontrol edildi, bütün ekipmanlar köpekler tarafından koklandı, bizlerle beraber x-ray'den geçti ve etiketlendi. Önce Küba Haber Ajansı'nın ekibi alana doğru yola çıktı. Her ekip, bir görevli eşliğinde gönderiliyordu. Ekipler birer birer gidiyor, bizim adımız hâlâ okunmadığından geriliyorduk. Neyse sonunda adımız okunduğunda, AP, NBC muhabirleri ve Uruguay'lı gazetecinin de aramızda olduğu kalabalık bir grup halinde yürüyüşe geçtik. Diğerleri oldukça tecrübeli olduğundan, platformda en iyi yeri kapmak için acele ediyorlardı, ama ekip lideri Küba'lı görevli her defasında öne geçmelerini engelledi; kendince adaleti sağlamaya çalışıyordu. Alanın kenarında barikatlarla ayrılmış dar bir yoldan, halkın arasından geçerek, kürsü ve sahnenin her iki tarafındaki platformlara doğru yaklaştık. Görevlisinden halkına tüm Kübalılar basına karşı son derece saygılı ve özenliydi. Işık ve güneş koşullarını da düşünerek soldaki platformu seçtik. Burada da ufak bir yer kapma arbadesi olduysa da, bir iki didişmeden sonra herkes yerini buldu. Yavaş yavaş doğmaya başlayan güneşle birlikte 1 Milyon Kübalı ve Küba Dostunun toplandığı alan daha iyi seçilmeye başladı.



Bolivya, Paraguay, Venezuela, Şili, Brezilya, Küba ve daha birçok Latin Amerika ülkesinin bayraklarını sallayan coşkulu bir kalabalık alanı doldurmuştu. Bulunduğumuz platformun önündeki sahne ve kürsünün arkasında davetlilerin oturduğu iskemleler vardı. Herkesin elinde kağıttan, tahta saplı ufak Küba bayrakları vardı.

Topluluğa dikkatle baktığımda, bir hemşirenin yanındaki askeri, bir çocuğun yanındaki yaşlı kadını, elindeki bayrağı coşkuyla sallayan genç beyaz bir erkeğin yanında, bastonuna dayanmış dinlenen yaşlı tonton zenci birini görebiliyordum. Küba dışından gelen kafileler alana giriş yaparken, bir "resm-i geçit" edasında bir bir önümüzden geçiyorlardı bu sırada Yunanistan kafilesi de giriş yaptı. Onları kadraja aldığımızda, kafile başkanı göğsümdeki ay-yıldızı görüp başıyla selâmladı, selâmlaştık.

Dikkatimi çeken bir diğer durum da, alanda bir tane bile silahlı görevlinin, zırhlı aracın göze çarpmıyor oluşuydu; silahlı dediysem uzun namlulu, kasklı, polis veya asker olduğu her halinden belli olan figürler! Ülkemizde kutlanan 1 Mayıs veya benzeri herhangi bir kitlesel toplantıyı ya da mitingi düşününce bu oldukça önemli bir ayrıntıydı. Herhangi bir güvenlik kaygısının olmadığı apaçıktı.

Fidel'de bizim geldiğimiz yoldan siyah bir Mersedes ve tek araçlık "kocaman" bir konvoyla alana geldi. Araçtan inip kürsünün arkasındaki koltuğuna doğru ilerlerken, çevresinde siyah gözlüklü, takım elbiseli bir koruma ordusu yerine çocuklar vardı. Bu arada platformdaki basın mensupları çıldırmış gibi fotoğraf çekme telaşına düşmüşlerdi. Commandante yerine oturmadan elindeki ufak Küba bayrağıyla kalabalığı selamlarken, herkes "Fidel... Fidel..." diyerek tempo tutuyordu. Sol tarafında Bolivya'dan gelen, MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) partisinin lideri Evo Morales vardı.1 Yabancı ülkelerin delegasyon temsilcilerinin kısa konuşmalarıyla etkinlik başladı. Zaman zaman kürsüden sloganlar atılıyor ve kalabalıkta organize bir şekilde o küçük bayrakları sallayarak cevap veriyordu. 1 Milyon kişinin aynı anda yaptığı bu coşkulu hareketin görüntüsü gerçekten göz kamaştırıcı. Konuşmaların arasında Müzik Grupları minik konserler veriyor, bale ve dans gösterileri yapılıyordu. Bu haliyle aslında 19 Mayıs gösterilerini andıran bir hali de vardı bu etkinliğin. Bir ara bütün meslek gruplarını, kamu görevlilerini, öğrencileri temsil eden kızlı, erkekli grupların kürsü önünde dizilişleri de oldukça etkileyiciydi. ABD'den gelen bir konuk konuşmacı oldukça ilgi çekti. Amerika İşçi Sendikalarını temsil eden bu konuğun yaptığı konuşmayı, Fidel ayakta alkışladı. Bütün konuşmaların hemen hemen ortak konusu ABD'nin terörizm karşıtı politikalarındaki çifte standartların vurgulanması, ABD'de tutuklu bulunan 5 Kübalı, Guantanamo'daki tutuklular ve Irak işgaliydi.

Bir yandan etkinliği takip etmeye, bir yandan da alandakilerin ve konuşmacıların heyecanlarını da fotoğraf karelerimize sığdırmaya çalışıyorduk. Platformdan inmemiz yasaktı. Bütün meydanı geniş açıyla görüntüleyebilecek tek yer kürsünün hemen arkasındaki Jose Marti heykelinin önündeki alandı. Ancak birer birer, izin alıp isim yazdırarak ve bir görevlinin eşliğinde buraya gidip fotoğraf çekmemize izin verildi.



Fidel kürsüye en son çıktı. Önce bütün konuşmacıları tek tek tebrik etti. 1,5 saat hiç ara vermeden yaptığı konuşması sırasında gazeteciler beşerli gruplar halinde platformadan alınarak, yakın çekip yapabilmeleri için kürsünün daha yakınına götürüldüler.

Fidel'i konuşurken fotoğraflamak gerçekten çok zor, çünkü konuşmasını desteklemek için, çok fazla hareket edip, ellerini ve mimiklerini sürekli kullanıyor. Bir kaza sonucu düşüp sağ omzunu incittiğinden, eli istem dışı olarak konuşurken genellikle hep omuzunda. Zaman zaman çok sinirleniyor, bazen de politik espriler yapıyor. Konuşmanının metnini daha sonra basın merkezinden sağladık. Fidel konuşmasını

"Hasta La Victoria Siempre (Zafere kadar, daima)"
"Venceremos (Kazanacağız)"
"Patria o Muerte! (Vatan ya da ölüm!)"


sloganlarıyla tamamladı. Koltuğuna oturmadan, Elian Gonzales'i de yanına alarak Siyah Mersedes'ine binip alandan ayrıldı. 1 Milyon kişi o kocaman alanı tamı tamına yarım saat içinde boşalttı. Alana açılan bütün cadde ve sokaklardan merkeze doğru yaklaşan bir sürü kamyon ve ellerinde süpürgelerle insanlar, çok organize bir şekilde, çöp, kağıt, her ne varsa temizlemeye başladılar. Sokaklar yıkandı ve portatif tuvaletler toplandı.

Barış içinde yaşayan Küba, 1 Mayıs'ı da barış içinde kutladı.

Örnek olması dileğiyle…

1 2005'in 1 Mayıs törenlerinde rastladığımız Morales 2006'da seçimle Bolivya Devlet Başkanlığına geldi.

Cüneyt Göksu
cuneyt.goksu@vizyon.biz
Fotoğraflar: Serpil YILDIZ


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  Bizim Köye 'Çek' İstersen

Geçenlerde sürekli yazdığım Kahve Molası'ndan köşe yazarı dostumuz Gülendam Oğuz'un Prag'a ilişkin yazısını okurken aklıma Çek'te bir köye yaptığım gezi takıldı. Benim için ilginç olan bu geziyi yazmasam benimle gidecek, yazarsam okurlarla paylaşılacak. Öte yandan sayın Oğuz'un da teşvikiyle Ömer otur da yaz, dedim kendime.

Bir hafta sonu, yalnız başıma Çek'e gittim. Bu arada söylemem gerek, dilim bir türlü şu 'Çek' sözcüğüne alışamadı gitti. İnsan, dil alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor. Öyle ya, uzun yıllar dilimizde hani şu; "Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" sorusu bakın bugün bile kolayca kalemimden dökülüverdi. Oysa onlar kansız bir şekilde birbirlerinden ayrılıp, Çek ve Slovak oluverdiler; şimdi de kuzu kuzu geçinip gidiyorlar. Sakın burada bölücülüğe övgü yapıyorsunuz, demeyin. Söylemek istediğim asıl şey, bizim kendi dilimizde zor da olsa yaptığımız bu bütünlüğü onlar ne yazık sürdüremedi. Doku uyuşmazlığı insanlar arasında olduğu gibi, uluslar arasında da yaşanan bir olgu. Tarihte sırf bu yüzden bir çok savaşlarda, milyonlarca insan yok edilmedi mi? Yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi dilde de bu doku uyuşmazlığını yaşıyoruz ya neyse, konumuz bu değil ama, yine de söylemeden edemedim.

Bir hafta sonu sınırımıza çok yakın bir Çek şehrinde daha önce birkaç kez konuk olduğum kafeye gittim. İçecek siparişimi verdim. Bankoda yan yana oturduğum kılığından köylü olduğu kolayca anlaşılan benim yaşlarda bir adam vardı. Garsonla konuşmamdan Alman olmadığımı anlamış olmalı ki bana laf attı. Ufak bir göz bakışmasının ardından onunla sohbete başladım. Adam Çek yurttaşıydı. Çok kötü bir Almancası vardı. İlk anladıklarım; annesi Alman'dı. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından halen yaşadıkları köy bugünkü Çek topraklarında kalmış, köydeki Almanlar Almanya'ya geçmelerine karşın annesi dönmemiş. Bu sayede, annesinden öğrendiği kadarıyla derdini anlatmaya çalışıyordu. Bizi birbirimize yakınlaştıran şey neydi hâlâ anlamış değilim. Olaya kendi penceremden baktığımda; bir yerde Almancası benden kötü birisini bulunca gizli bir keyif alıyordum. Köylü açısından bakıldığında, bir Türk'le tanışmış olmaktan ötürü keyif alıyor diye düşünebiliriz. Sonuçta, bu, karşılıklı bir kültür alışverişiydi. Kim kârlı, kim zararlı diye düşünülmezdi elbet. Öte yandan macerayı seven ruhuma iyi bir gıda da sayabilirdim bu sohbeti.

Her yıl köylerinde bahar balosu düzenleniyormuş. Samimiyet artınca da beni bu baloya davet etti. Köyü ve kendi evlerini nasıl bulacağımı anlattı. İçeceklerimiz bittiğinde kendisine teşekkür edip ayrıldım. Kendilerini ziyarete geleceğimi söyledim. O, inanmamış görünse de, ben verdiğim sözü tutardım. Bunu da ona ispat edecektim. Böylece kısa sürelik de olsa bir Çek köylüsüyle sohbet etmiş ve sonunda davet de edilmiştim. Sonu ne olursa olsun bu iyiniyet jestini karşılıksız bırakmamalıydım. Kararlaştırdığımız tarihi iple çektim.

Sözleştiğimiz hafta sonu, havanın yağışlı olmasına aldırmadan yola düştüm. Alman sınırını geçtikten sonra her zaman gittiğim yolu izlemeyi sürdürdüm. Radyoda batı müziği, keyfim yerinde; yanımda da her zaman ki gibi elma ve muz. Arada bir atıştırıp dikkatimi toparlayor, yeniden güç kazanıyordum. Eğer yalnız başına gezmeyi seven biriyseniz, torpidonuzda en azından birkaç elma bulundurmayı sakın unutmayınız.

Sınırdan sonra 20-30 km. daha gidince arkadaşın tarifine göre dar bir yola sapıyorum. Akşamın alaca karanlığı çökmek üzere. İçimde hafif bir ürperme, ya gittiğim yol yanlışsa, diyorum ama, soracak kimse de yok yol boyunca. İster istemez arabayı sürüyorum. Nihayet, uzakta küçük bir tabela var; yanına yaklaşınca yavaşlıyorum. Evet, söylenen köyün küçük tabelası bu. İlk anda tipik bir Türk köyü gibi geldi gözüme. Ziyaret edeceğim evse köyün girişine yakın. Ve işte kapının önündeyim. Heyecanla kapıyı çalıyorum. Kapıyı kafe arkadaşım, hadi adı, Petro olsun, o açıyor. Kısa bir merhabalaşmanın ardından, karısı bu kez evin avlusunda boy gösteriyor. Hoş geldin anlamında bir şeyler söylüyor söylemesine ya, dili anlamıyorum. Demek o bir Çek, Almanca bilmiyormuş, ne yapalım, başa gelen çekilir deyip, salona geçiyorum. Eşi bizi masaya davet ediyor. Geleceğimi bildiği için olsa gerek, pasta, kek hazırlamış. Uzun boylu, fazla makyajı olmayan, ne çirkin, ne de çok harika denecek bir yüze sahip. Yaşını yüzündeki hafif kırışıklardan ötürü kırkın üzerinde tahmin ediyorum. Onun da beni tepeden tırnağa incelediğini bakışlarından anlıyorum. Sanırım hayatında ilk kez bir Türk erkeği ile karşılaşıyor. Öyle ya, nerede görecek böylesine maceraperest bir adamı! Devir de Osmanlının fetih devri değil ki!

Petro'nun, ağırlama faslını kısa tutmaya çalıştığı sandalyede eğri oturuşundan belli. Sonunda ağzından baklayı çıkarıyor. O akşam, aile dostu, aynı zamanda av arkadaşı olan kişinin doğum günüymüş. Bahar balosuna gitmeden önce onları ziyaret etmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Bu sürpriz ziyaret de nerden çıktı dememe kalmadan, benim arabaya ikisi birden kuruluyorlar. Hadi hayırlısı, bakalım daha kaç kapı eskiteceğiz bu gece diyorum.

Karanlık bir avludan içeriye ışıklı dar bir holden geçip, geniş bir salona varıyoruz. Karşıda uzun bir masa ve üzerinde de misafirler için hazırlanmış pasta, kek ve içecekler var. Bizi karşılayansa avcının karısı. Hayatta o güne değin onun gibi bakımsız birisine rastlamadım. Belki de bu bir tercih sorunu da olabilir diye düşünüyorum. Öyle ya, bazı insanlar natur yaşam biçimini benimsemişler. Ne erkeği ne de kadını traş denen olayı kesinlikle uygulamıyorlar. Bu kadın da onlardan biridir, kimbilir. Sakallı suratına bakmamaya çalışsam da nafile, karşıma oturmuş sırıtıyor. Allah bilir hakkımda neler düşünüyor. Bana sempatik görünmeye çalıştığı ise bir gerçek!

Biraz sonra günün adamı salona teşrif ediyor. Rahatsız olduğu için yataktan geç kalkabildiğini anlıyoruz. Kendisine Almanca "Gute Besserung!" desem de ancak Petro'nun ne derece doğru aktarıyor bilmiyorum. Durumum hiç de iyi değil; düşünün bir kez, bir masada dört Çek köylüsü ve bir Türk! Dördü de sanki yanlarında ben yokmuşum gibi patır kütür kendi dillerinde konuşuyorlar. Bir yandan da Petro, doğum günü pastasını büyük bir iştahla içeceklerle birlikte götürüyor. Gören de adamı üç gündür ormanda kalmış, ayılardan korktuğu için eve gidememiş bir aç adam sanacak. Ayı dedim de, hani doğum gününü kutladığımız şu adam var ya, evi adeta bir hayvanat müzesine dönüştürmüş. Ziyaret ettiğim köy, Bohemya ormanlarına çok yakın bir yerdeydi. Alman ve Çek sınırının geçtiği bu çok zengin ormanlık bölgede avcıların avladıkları hayvanların kafasını kurutup evin duvarına asması bir gelenek halini almış. Gece loş ışıkta odaya girseniz, inanın korkarsınız. Ama doğrusu yaman bir avcı olduğu duvardaki geyik boynuzlarından kolayca anlaşılıyordu. Bu arada Petro, bir yandan avcının karısına iltifatlar yağdırıyor, öte yandan da masadakileri silip süpürmekle meşguldü. Bense avcının karısını gördükten sonra iştah miştah kalmamıştı. Diğer yandan yoğun Çekçe muhabbetten bir harf dahi anlamadığım için çok sıkılmıştım. Bir an önce baloya gitmek istiyordum. Bir kaç kez Petro'yu uyarmama karşın, iştahını kesip, gitmeye razı edememiştim. Sonunda karısı da dayanamayıp, ona bir şeyler söyleyince sıkıcı doğum günü partisinden ayrılabilmiştik.

Geniş bir holde birikmiş kalabalığın dikkatli gözleri bize çevrilmiş haldeydi. Bir anda yoğunlaşan bir ilgiye de pek alışık sayılmazdım. Çekingen bir halde adımlarımı atarken, beni baloya davet eden aile de etraflarına cakalı cakalı bakışlar fırlatıyordu. Hayatlarında belki de ilk kez gördükleri bir ırka mensup, ve adını ancak tarih kitaplarında okudukları bir ulusa mensup bir Türk erkeği köylerini ziyaret etmekteydi. Bir anda kendimi çok şöhretli bir sanatçı gibi görmeye başladım dersem belki abartı sayılabilir. Ancak herkesin bir anda ilgi odağı olmak bu olsa gerek, diye düşündüm. Biraz önceki sıkıntılı ortamdan daha geniş bir kalabalığın içine düşünce ne yapmasını bilemeyen bir insan durumuna düştüm. Neyse ki bu sıkıntıyı yine Petro'yla aşabildim.

Arkadaşım beni uzun boylu, sakalları bir hayli gür bir adamın yanına götürdü. Tanıştırdığı kişi o köyün öğretmeniymiş. Gayet rahat bir Almancayla konuşmaya başladık. Tanışma faslının ardından bir masaya iliştik. O Çek öğretmenle konuşurken bir anda ister istemez yurdumun irili ufaklı köylerinde zor koşullar altında çalışmakta olan köy öğretmenleri düştü. Çünkü ben de İlköğretmen Okulu mezunuydum. Köyde öğretmenlik yapmak üzere yetiştirilmiştik. Ancak benim yaşım nedeniyle öğretmenliğe atamam yapılmamıştı. Sonuçta benim dışımdaki arkadaşlarım köye gitmişler, kutsal mesleği oralarda icra etmişlerdi. O an empati yaptım. Rollerimizi değiştirdim. Çalıştığım köye bu Çek öğretmen ziyaret ettiğini düşündüm. Acaba ben de onunla böyle konuşup anlaşabilir miydim? Bu konudaki görünüz nedir sizin acaba? Fikrimi sorarsanız, derim ki, böyle yabancı bir ziyaretçiyle ben Türkçe dışında ancak Tarzanca anlaşabilirdim! Nedeni ise ortada; bizleree Öğretmen Okulunda yabancı dil öğretilmemişti. O günün müfredat programlarını hazırlayan bay bilmiş eğitimciler bu okullara bir yabancı dil dersini çok görmüşlerdi. Evet, evet ne acı ama, gerçek buydu. Bu Çek köyü ziyaretinin beni etkileyen ve dokunan tarafı bu olmuştu.

O gecenin özel konuğu olarak, Petro'nun eşiyle bir kez dansa kalkmış, elimden geldiğince de sıkıla sıkıla pistte dönüp durmuştum. Bu arada, başka hanımlar da hani söylemesi ayıp ama, benimle dans etmeye can attıklarını bakışlarından hissediyordum. Gece ilerliyor, içki şişeleri birer birer devriliyordu. Malumunuz üzre meret olasıca alkol şişede durduğu gibi durmadığından salonda yavaş yavaş hareketlenme başlamıştı. Köyün erkekleri bahar coşkusuyla sağa sola sarkmaya başlayınca, ortada istenmeyen görüntüler oluşmaya başlamıştı. Bir yandan çevrenin yabancısı olmam, öte yandan söylenen hiçbir sözcüğü anlamamam yüreğimi daraltmaya yetmişti. Bu ruh hali içindeyken ısrarla benimle dans etmeyi isteyen bir başka kadınla da dans edince ev sahibi hanımı kıskandırmış olmalıyım ki, kaşla göz arasında Petro'yla karısı ortadan kayboluvermişti. Böylece ortada kalakalmıştım. Ne yapacağımı bilemedim. Ehh, dedim, artık gitme vaktin geldi, yavaşça al voltanı, dön evine. Yoksa bu saatten sonra köy senin için tekin bir yer olmayabilir. Arabamın kontağına hızla çevirip, gecenin karanlığını yaran farlarımın eşliğinde Almanya sınırını geçiverdim.

Ömer Akşahan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.962 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


İkinci şiir

(-ı-)

şu boynu bükük öksüz beyaz gül neyi anlatır
kırmızı bir utangaçlıktır çiçek hırsızlığı
kurumuş yaprakları çiğ toplar gözlerimde
şu kırmızı yüzüncü öksüz gül ne ağlar

öpesim gelir ki
öpüyorum işte
son sayfası beyaz kalmış kirli bir deftere
kanar durur
geçmişindeki beyaza hasretle

şu salkım söğüt ne eğilir akan suya
kana kana ne içer
bir çocukluk hasreti çöker dallara
budanmış yeşil dallara…

(-ıı-)

ne ağlarsın sarp kayalarda
çirkin kartal
ne ağlarsın
bir güle hasret bülbül olmak var iken
ne ağlarsın yalnız başına
hangi kafes seni zapt eder
çirkin kartal
hangi kafes

(-ııı-)

artık sen yoksun
seni anlatırdı gözlerimdeki çiğ
yüreğimden kopup gelen çığ
geri kalan beyaz bir ömrün çığlığı
ben seni çok sevmiştim yaman kız
ne bilirdim puşt aşklara yazılmışsın

(-ıv-)

belkim Iraklı bir kız el verir
belkim Filistinli bir sevdalı
şiirler yazar habersiz sevdalarda

onlar habersiz ölürler
habersiz yanarlar
ateş toplarında

(-v-)

bir fişek sıkılır zamana
bir çığ
belki bin çığ
kopar gelir yükseklerden
yüreklerden

(-vı-)

arkadaşlığın uğultusunda
çırılçıplak bir sevgiydi

olmadı

mademki puşt aşklara yazılmışsın
mademki gecelere gebesin
denizlere saldım
kefensiz bir ikindi vakti
yüzüncü kırmızı gülü
anadan üryan
namuslu bir sevdaya

şafaksız bir sabahta
bembeyaz o günbatımında
mektuplarını
ve seni
bıraktım işte oraya

(…)

isterse şimdi seni eller alsın.

Ömer Faruk N.

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #51



  Çözüm: Sudoku #50
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.

Güzel bir web sayfası, Robot meraklısı olanlara meraklarını gidermek için tavsiye ediyorum ...Robot yapmak için gerekli malzemeler, devreler, motorlar, dişliler,yapılar, imalat, elektronik bilgi ve programlar konusunda eğitici yayınlar yapmak, teknik ve teorik robot derleri vererek robot yapmanın artık basit bir uygulama olduğunu göstermek... http://www.robbot.org kısayoluna tık.

Nike reklamında kullanılan muhteşem kolonları hatırlayıp, nasıl yapılır bu kolonlar diyenlere resimli bir kaynak http://www.cnmat.berkeley.edu/Speakers/ Hemde işin tekniğini akademik kaynaklara dayanarak hazırlayanlardan.

Google nedir? İnterneti kullanan hemen her kullanıcının adı gibi bildiği bir arama motorudur. Peki Siigle nedir? Hımm, du bakalım neydi bu yahu, bak dilimin ucunda ama aklıma gelmiyo demeyin http://www.siigle.com/ kısayoluna tıklayın. İşte bir arama motoru daha, ama sadece oyun meraklılarına... google ve siigle pek bi benzer olmuşlar dimi.

...Aslında işin aslı şöyle hakim bey, Aslıyı ilk gördüğümde başlıyor işin aslı, Aslı birgün benim acizane kaptan şöförlüğünü yaptığım 56, Şavrole taksiye biniyor, Ve ; karagümrüğe diyor bana, Karagümrük o dakika gönlümün başkenti başımın tacı ruhumun,İlacı oluyor, delikanlıya yakışmaz, Yolculuk esnasında en ufak bi rahatsızlık yada edepsizlik, Etmiyorum... http://www.sozlerim.com

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060428.asp
ISSN: 1303-8923
28 Nisan 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com