1001 Dilek



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 975

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 2 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Güzel olmak adam olmaya yetmiyor!..


1. Kahve Molası Öykü Yarışması - Detaylar için tıklayın.
Merhabalar,

Allah nazardan saklasın, birbirinden güzel genç kızları seyretmek insanı gerçekten mutlu ediyor. 2006 güzellerimizi de seçtik artık rahatız. Güzel dedim de aklıma Star Avı denen ucube yarışmanın Seki'si geldi. Hasbelkader izlemek zorunda kaldığım bölümde ettikleriyle yanındaki ne idüğü belirsiz Köse'yi bile geride bıraktı. Ya da atbaşı gitti diyelim. Biri elbisesini çekip çıkaramadığı için ancak bacaklarını aça kapaya yellerken diğeri yarışmacıların cinsel tercihlerini sorguluyordu. Ben dayanamayıp kapattıktan sonra Seki yarışmayı terketmiş. Bence yetmez, bu yarışma olduğu gibi ekranı terketmeli.
...

Milli Marşımızı cıngıl eden Petrol Ofisi'nden aldığım yanıtı dün yayınlamıştım. O mesaja verdiğim cevabi mesajı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu konunun üzerine neden gittiğimi merak edenlere bir ufak hatırlatma yapmak istiyorum. Eğer dikkat ettiyseniz bu konu, pireyi deve yapabilme becerisini her fırsatta gösteren medyamızda hiç yer almadı. En büyük medya grubunun ortağı olduğu bir kuruluşun ayıbının basında yer almasını tabiki beklemiyorduk. İşte o nedenle nefesim elverdiğince bu konuyu gündemde tutmaya gayret ediyorum. Cevabıma gelince;

" Lütfedip cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. Ancak verdiğiniz cevaptan tatmin olduğumu söylemem olanaksız.

Öncelikle birbirine çok yakın olan görüşlerin var olduğunu söylediğiniz için, madem öyle ise neden yayınlamamayı değil de yayınlamayı seçtiğinizi de açıklamanız gerekir sanırım.

Haklısınız, GP2 de galip gelen sürücünün ülkesine ait olan Milli Marş ödül seremonisi sırasında çalınır. Uygunluğu tartışılsa da spor karşılaşmalarından önce Milli Marş söylendiği de bir gerçektir. Petrol Ofisinin uluslararası bir yarışmada, yurt dışında, ülkemizi temsil ediyor olarak lanse edilmesi ise tartışılır bir durumdur. Zira siz bir milli takım kuracak federasyon değil, memleketimde binlercesi bulunan ticari şirketlerden birisiniz. Ülkemiz adına bir yarışmada yer alan takımı desteklemek sizi ancak gururlandırabilir. Kaldı ki siz milli marşımızı ödül seremonisinde değil tamamen ticari kaygılarla yapılan, seyircinin milli duygularını galeyana getirmek için kotarılan bir televizyon reklamında kullanmaktasınız. Hiç yaratıcılık gerektirmeyen, basit bir gelir artırıcı uygulamayı, amacından saptırıp göz boyamak amaçlı kullanmanız kabul edilemez.

Herşeyden önce benim Milli Marşımı benden izinsiz pazarlama stratejinize cıngıl etmeniz etik değildir. Etik olmadığı gibi kanunsuz olduğu bile söylenebilir. Bunu araştırmak gerekir. Kaskın üzerinde Türk Bayrağını kullanmanız ise kanunlara göre suçtur. Ay Yıldız'ı forma ya da ekipman üzerinde kullanma yetkisi, kurallar dahilinde hakeden takımlar ile milli takımlarımız için geçerlidir. Petrol Ofisi GP2 takımı ise bu kıstasların hiçbirine uymamaktadır.

Gerekçenizden yola çıkarak, örneğin Cola Turka, ki güçlü bir takım sponsorudur, bir gün çıkıp yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza yönelik bir reklam yapma ihtiyacı duysa ve sizinle aynı gerekçelerle Cola Turka içen gençlere Türk Bayrağı motifli tişörtler giydirip Milli Marşımızı söyletse hoş karşılamak mümkün müdür? Eskiden bir devlet kuruluşu olmanız size milletin milli değerlerini pazarlama malzemesi olarak kullanma hakkını vermez.

Ortaklarınızdan aldığınız güçlü medya desteği, ya da bir başka deyişle yaygın hoşgörü(?), biz sıradan insanların reklamınızdan duyduğu infailin basında yer almasını engellemektedir. Gerektiğinde pireyi deve yapan medya bu konuda istisnasız tüm organlarıyla sus pus olmuştur.

Hala devam eden ve devam edeceği aşikar olan bu ayıbı temizlemek için sizleri bir an evvel göreve davet ediyorum.

Benim Milli Marşımı reklam cıngılı yapan zihniyeti şiddetle kınıyorum. Bu reklama karşı çıkmayı milli değerlere karşı çıkmak olarak yorumlama cüretini gösterenleri de vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum. "


Henüz bir cevap almadım. Olur da alırsam onu da sizlerle paylaşacağım.

Öykü Yarışmamızın ana değerlendirme jürisi belli oldu. Nuri Merzi, Dr. Şeref Oğuz ve Enver Aysever'den kurulu jürimiz, ön elemeden geçen öyküleri değerlendirecekler.

Bugünlük bu kadar. Gitmeden evvel günün şarkısını dinlerken sevgili Ardan Zentürk'ün yazısını okumanızı tavsiye ederim. Yarına kadar esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Ardan Zentürk

 A'dan Z'ye : Ardan Zentürk


   Asker babası olmak...

İstanbul, dün, benim gibi, erken saat gezginlerini biraz boz-bulanık karşıladı... Pazar sabahları binlerce yıllık kentimin sokaklarında bir başıma dolaşmak... Biliyorum, bu kent, insana herşeyi kıskanarak verir... Bahar aylarının keyfini sürmeye hazırlanırken, bazen, böyle bir hazan mevsiminin gri sabahında da bulabilirsiniz kendinizi...

Arabamın CD’sinden yayılan o unutulmaz Sezen Aksu şarkısı...

‘Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa
Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar’a doğru
Yapacak hiç bişey yok gitmek istedi gitti
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti
Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık
Zulada bir kaç şişe Yakut yer gök kırmızı
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp’

Bir sevgiliden ayrılmanın o, yaşamasını bilene hediye olan tarifsiz anaforunu bu kadar güzel anlatabilen bir başka şarkı var mı...

...Ve bu şarkıyı roman gırtlağıyla söyleyen Kibariye...

Şarkı beni, Boğazköprüsü’nün tam orta yerinde, kendim için hazırladığım yalnızlığımın sessiz-sakin labirentlerinde yakaladı...

Gözümden yanaklarıma süzülen o bir damla yaş...

Garip...Yüreğimdeki yangın yerini söndüreli hayli zaman olmuşken bu neyin kavrulmasıdır...

Ne demişti oğlum Adnan Özgür...

‘Kışın en soğuk gününde burada nöbet tutmak koymadı da baba, o İstanbul’dan ayrı kalmak yok mu...O bir türlü tamir olmuyor... Nöbet yerimden uzaktaki otobanın sesini duyabiliyorum... O yolun İstanbul’a uzandığını da... Sen söylerdin, ben inanmazdım, o şehir evladını hep geri çağırıyor...’

Asker babası olmak işte böyle bir şey...

Kibariye’nin sesiyle şekillenmiş bir Sezen Aksu şarkısını Köprü’nün orta yerinde dinlerken gözünden yaş, İstanbul’u özleyen oğlun birden hatırına geldiği için süzülüveriyor...

...Veya bir sabaha karşı,yüreğinde garip bir sıkıntıyla uyanıp, pencereden yağan kara bakarken, o şimdi ne yapıyor diye düşünmekten geçiyor...

Hani... Günlerdir gazete ve televizyonlarda bir haber var ya... Operasyon hazırlığı başlığıyla süslenen, canlı bağlantılarla pofpoflanan o haber... Ne zaman onlardan birine denk gelsem, içimde tarif edilmez bir sıkıntı...

Evladı askerde olan anlar o sıkıntının ne olduğunu... Bir de... O evladı bir gün cepheye sürmek zorunda kalacak komutanı...

Oğlum asker...
O’nu millet kucağına bırakıp evimin yalnızlığına döneli hayli zaman oluyor... Her sabah ezanında o ve silah arkadaşları için dua ederek uyanıyorum yeni güne... Ne operasyon haberlerini takip edebiliyorum ne de şehit haberlerine bakabiliyorum...

Sevgili yaşam yoldaşıma bakıyorum... Oğlu bir trene binip birliğine teslim olmak üzere Haydarpaşa’dan hareket ettiği günden bu yana, gözlerinin derinliklerinde endişelerin şavkıyla her geçen gün biraz daha suskun... Artık sadece kendi evladımız için değil, onunla birlikte silah altında olan binlercesinin anasıymış gibi konuşuyor zaman zaman...

Sizler... Kuzey Irak’a operasyon, sınırda yığınak, birlikler intikal etti başlıklarını uzaktan izliyor olabilirsiniz...

Ama ben biliyorum bu ülkenin yüzbinlerce ana-babasının göğüs kafesini dar eden o çarpıntısını... Veya memleketin bir köşesinde, şehit evladın tabutuna sarılmış bir ananın bir babanın, kardeşin içine düşen o kor ateşi...

Ben biliyorum...

Evladın askerde olmasının ne demek olduğunu...

Şimdi askerlerimiz dünyanın en kritik sınır bölgelerinden biri olarak kabul edilen, güney sınırlarımızın her karışını kontrol altına almak için bölgedeler...

Daha düne kadar çocuktular... Şimdi geçilmez birer sıradağ gibi oradalar... Onları ne zaman görsem, hemen beynimde, Nazım Hikmet’in Afyon Kocatepe’deki Mustafa Kemal’in portresini çizen o unutulmaz satırları...

Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.

Bir gün görev düştüğünde, kendi evladın dahil hepsinin, birer Mustafa Kemal olduğunu görmek...

Dualarınızı, o çocukların üzerinden eksik etmeyin...

Ardan Zentürk


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Kubilay Bürgan


RIHTIMDA KALAN

Sana bakamadım. Kapıda komşular vardı. Allah yolunu açık etsin. Allah'a emanet ol. Yaşattığın bütün güzellikler için teşekkür ederim.

Buraya kadar öyle mi? Ya günlükler, yazılarımız, gülüşlerimiz, öpüşlerimiz, sevişmelerimiz. Hepsini geride bırakıp gitmek;hayat acımasız…ya aşk. Aşk da öyle.

Şimdi ağır ağır şekil aldı. Sonra yazdım. Git o halde;senin için sonsuz bir aşk evreni bıraktım kapıya…bırak kalsın, sen git. Öyle olsun.

Önce iç organlarnın boşaldığını hissediyorsun, sonra soğuk bir ter döküyorsun. Ardından sanki organlarından sadece kalbinin sesini duyuyorsun. Senfonik bir ses. Yıllardan ortaokul, belki nisan. Tam hatırlayamadığım bir tarih…annemin pazardan alıp getirdiği civcivim;okula gidesim yoktu. Ölmüştü. Ağlıyordum. Çok ağlıyordum. Gece en son beraber uykuya kalmıştım civcivimle. Sabah onu nasıl boğduğumu hatırlayamıyordum. Ve şimdi dokuz sene geçmişti aradan. Dokuz sene sonra karşılaştığım o ilk aşkım.

Ve şimdi gidiyorsun. Seni şaşırtmıştım hatırlıyormusun?Benim değiştiğimi düşünmüştün.
Fakat ben hiç değişmemiştim. Hala o eski haylaz çocuk ve bir o kadar da utangaç stawroyum ben. Gittin. Gelmeyeceksin…bana doğum günümde aldığın kumsaatini hatırlattı gidişin. İnce ince kayan kumlar gibi ağır bir yükü sırtıma koydun. Kaldıramayacağım ağırlıktaki o ağır yük. Tıpkı yunan şarkıları gibi hüzünlüydü gidişin.

Kınalı'da bahar, manastır, yazdıkların… ve terkedilmiş çiçekler. Artık eylül. Eylül sonudur.
Ve George Dalaras. Ve ahşap kum saati. Hepsi ayrılığın korkulukları.

Neden sonra Madam Maria'yı düşündüm. Hatırlıyormusun MadamMaria'yı? Çengelköyden topladığı salkım salkım leylakları sunardı eliyle bize. Kederli bir kadındı Madam Mariya. Ayrılıkların tatlarını iyi bilirdi. Kocasını kaybetmişti;ablasını ve küçük erkek kardeşini depremde yitirmişti. Herşeye rağmen güzel şeyler düşün derdi.

Güzel şeyler düşün daima.

Dağlarda koşan ceylanların mutlu koşuşmalarını;insana ne kadar da huzurlu gelir. Ceylanların dertsiz, tasasız koştuklarını kim bilebilir peki?Bize görünen mutlu tarafları vardır onların. Onu görmeye çalış…

Madam Maria ne derse desin, ben hep aynı stawro bildiğimi okur, ayrıcalıklı bir dumanın üzerime üzerime geldiğini düşünürdüm…

Başka türlü olmalıydı…takılmış bir plak gibi tekrarlar dururdum.

A'nı yaşamalıymışım. Hah, anı yaşamak…bu sonbaharda, yağmurlu bir anı mezarlığına dönüşen bu şehirde a'nı yaşamak…ıhsız bir sokakta ayrılığın ölü kalıntıları. Hergün yürüdüğüm yollarda anılar. Korkulukları ile geri dönüyorlar. Yüzyılın son dolunayı. İçinde yaşadığım dünya, ısrarla ve ısrarla eylül. Her taraf dumanlı bulutların getirdiği hüzünle doluyor. Yağmurlar ciseliyor kalbimin derinliklerine. Sonbahar ilk yağmurunu döküyor. İnsanlar kaçışıyorlar, eve geri dönüş başlıyor yağmura yenik şehirde. Ve odamda asılı Leman Sam posterim, masamın üzerinde duran kendi sesi ile Atatürk plağım, eski zenit fotoğraf makinam, kütüphanemdeki kitaplarım, duvardaki yağlı boya tablolarım;ve yazı makinem…baktıkca ayrılığımızı hatırlatan, o birlikte oluşturduğumuz ayrıcalıklı müzemiz. Sabah kalkıyorum, evimin bahçesindeki o renkli çiçekleri içime çekiyorum. Nar ağacı meyvesini vermiş. Koparıyorum dalından… sallıyorum.

Rıhtımda vapurun kalkmasını bekleyen martılar uçuşuyorlar. Koşuyorum. Ardından gök ve deniz kararıyor. Vapurun usulca limandan ayrılışı. Sanki bir adım atsam yetişebilirim telaşı. Denizin üzerinde yürümeyi öğrenmeli insan…

Şimdi her baktığımda denize, bir vapurun limandan ayrılışını görüyorum usulca. .

Kubilay Bürgan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,299,299,299,299,299,299,299,299,29
17 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Veysel İkibudak

 Kahveci : Veysel İkibudak


  ONURSUZLUĞUN ŞAHLARI VE YAZARLIĞIN ÖTE YANI…

İçi siyahla doldurulmuş duyarsızlığın, içi beyazla dolu saflığın olumlu duyarlılığına baskın gelişini izliyoruz apaçık. Yaşamı siyah beyaz olarak algılayanların griden habersiz yaşamaları kadar eksik bilgilerle, içimizdeki çelişkileri ve kuşkuları büyüten bu kentin bir ferdi olmak ya da olmamak gibi bir seçeneği, irademiz dışında dayatıyorlar bize. Sistem ve toplum dayatıyor bunu!

Kişinin kendiyle barışık, ait olduğu toplumla kavgalı yaşamasının nedenleri çok bilindik olsa da, insanların kendi bildiklerine olan ihaneti kanıksanır hale geliyor.

"Gündelik yaşam" denilen çarkın dişlileri ağır aksak dönmeye devam ederken televizyon kanallarında ve şişirilmiş şöhretleriyle beynimizin içine sokulmaya çalışan insanları izliyoruz. Hem de acı acı gülümseyerek.

Paşa torunu değilizdir. Soyu tanınan ve bilinen, devşirme sultanlara dayanan akrabalık bağlarına, hiç sahip değilizdir. Çoğumuz yazarlığın eğitimini de almamışızdır. Başarısız müzisyenlerin "Joan Baez'in de nota bilgisi yoktu ama dünya tanıyor, Tarantino'nun da film eğitimi yoktu ama dünyanın en iyi yönetmenlerinden" diye mazeret uydurmaları gibi, bazılarının da tanınmış yazar adlarını sıralayıp sanki onlardan birisi olacakmış izlenimi vermelerini seyrederiz.

Onurlu bir yaşam adına, bir cebimizde öğretilerini aldığımız erdemleri, öteki cebimizde paranoyaları taşıyarak yaşarız. Gülüşlerin plastik bir esnekliğe dönüştüğü, ağlamaların saflığını kaybettiği, dürüstlük denilen kavrama, her yerde şahların ve şahçıların eziyetinin yüklendiği bir düzende, bizi rahatsız eden topluma, sisteme, dünyaya karşı duruşumuzu sergilemeye çalışırız. Hem de "Bakın, ben sizin göremediklerinizi görüyor, düşünemediklerinizi düşünüyorum, öyleyse ben sizden üstünüm!" deme ukalalığına düşmeden.
İçinde yaşadığımız edebiyatsevici topluluk tarafından sanki görülmeyen bir tel örgüyle yalıtılmışızdır. Masum olanlarımızın yürekleri de, bu tel örgüye takılan mültecilerin karabasanlarıyla çarpmakta…
Hiçbir şey üretmeden yalnızca eleştirme haklarını kendilerinde bulanlar, onları bizlerin var ettiğinin bile farkında değillerdir.
Aslında, yazılarımızı okuduklarını bir kez olsun bile söylemeyen bu insanlar, en iyi okurlarımızdır. İçin için yerler kendilerini ama beğenilerini belli etmezler, kıskançlıklarından çatlayıp günbegün kururlar. Bunları da iyi biliriz, iyi tanırız; neredeyse tek tek ama alın birini vurun ötekine; birini tanımak demek, yüzlercesini de tanımak anlamına gelir. Yine de başarılarımızı kıskananların yanlarında alçakgönüllülüğümüzü korumaya çalışırız.

Oysa bizlerin yılması için, korkak, temelsiz, bozguncu ve alçakça senaryolar yazılıp oynanmaya çalışılır karşımızda. Onların eleştirmesi için gerekli olan verileri bizler yazdıklarımızla oluştururuz. Ama onlar, bizlerin onları var eden insanlar olduğumuzu bilmeden, kendilerine ait düşünceleri olmadığı için yazdıklarımızdan anlamlar çıkararak yine bize saldırırlar.

Bu saldırı zamanlarında, bir şeytan ayininin ortasında buluruz kendimizi. Kimliklerini yapay görünüşlerinin (maskelerinin) ardına gizleyen, mızraklarının ucuna astıkları körpe yaşamları, ateşin diline yalatanların sadizminde yok edilmeye çalışılırız. Yine de yapılan temelsiz eleştirilere karşın, bu edebiyat magandalarının totemlerini kutsarız, işkenceyi bütünleyen acı çığlıklarımızı içimize gömmeyi başararak. (Ne büyük iradedir bu?)

Hiçte hak etmediğimiz halde, başımızı duvarlara çarpa çarpa Nemrut'un yazgısını yaşarız. Bizi yok etmeye çalışanlara söylediğimiz sözlerle, Midas'ın kulaklarından utandığı gibi utanacak sanırız onursuzluğun şahlarını; safça…

Hangimizin, açılan kapıları istenilen yere çıkıyor ki? Hangimiz sosyal, siyasal, toplumsal, ekonomik açıdan iki nokta arasına sıkışıp kalmamışız ki? Özel hayatımızın bile acımasızca işgal edildiği zamanlarda, hangimiz zaman zaman, kimin okuyacağı belli olmayan şişe içindeki mektup olup, denize atılmayı istemiyoruz ki?

Kodlarımız ve şifrelerimiz kırılmaya çalışılır arka arkaya. Ve biz susarız, sabrederiz, hoş görürüz, erdemleşiriz… Ta ki sınırımızı zorlamalarına kadar…

Hayat böyle ilerler bu yolda. Sanat bilmeyenlere sanat öğretmek, sevgi bilmeyenlere sevgi öğretmek için onur veririz bir parça, biraz kendimizin gereksinimi olan sevgiyi alma derdinde oluruz ve biraz da yaşamın, toplumun güzelleştirilmesi, dünyadaki kirliliğin düzelmesi adına uğraşırız…

Kant, "İyi ya da kötü, meydana gelen eylem değildir. İstenç iyi ya da kötü olur. Bu istek ussal, özerk bir istenç aracılığıyla anlığın içinde saptanabilir." derken, Schopenhauer da şöyle diyor:

"Dünyanın etkin çabası iyi değil, kötüdür. Mutluluk, kötülüğün ve acının geçici yokluğunda oluşur. Hayvanlar dünyasındaki yaygın yabanilik, evrende kötülüğün ağır bastığını gösterir, çünkü bir hayvanın bir başkasını yemeden aldığı haz, kurban tarafından çekilen acı ile orantılıdır."

Schopenhauer'ın bu sözüyle hangi varlığın sınavını veririz biz? Hangimiz kendi kendimizi var etmedik kendi inanç ve inançsızlığımızda? Ve aydın olma yolunda hangimiz körlüğümüzün de katkısıyla kendi çıkmazlarımıza savrulmadık ki?
Av da bizizdir, avcı da... Siyah, anlam katmak için en rafine beyazımızı kovalar inatla. Toplumun kara tahtası oluruz ve beyaz umutlar, saf saf dolaşır içimizde. Serenat yapamadığımız acılarımız gelir arkamızdan. Yeni ayakkabılarını, sevdiği insanlara yürümek için eskitmeyenlerin yaşamı gibi olur yaşam. Temiz ama arkadan vuran...

Bir dost sesi içimizdeki sessizliği bozana kadar mevsim sarıya dönüşür. Sıcağa, tuza ve acıya çalar durur suratsız kentler. Bize benzeyen, susuz kalmış diken, kuyuya düşmüş taş, kapalı duran bir kapı kolu arar dururuz. Çocukluk günlerimizdeki saklambaç oyununa benzemez olur yaşamla oynadığımız oyun. Düşlerimizi sakladığımız Anka kuşu gelmek bilmez. Kırmışızdır bir kanadını sevdiğimizi sanırken. Telafisi olmayan olaylar, savaşlar büyür içimizde; en şirin haliyle. Anka kuşuna takmak için, şeytanın kanatlarından birini isteriz bu kez. Şeytanı alt edip umutlarımızı diri tutmanın peşine düşeriz. Bu umutlarla da ışıklaşmaya çalışırız kör kuyu yapılmaya çalışılan, unutturulmak istenilen, "insan gibi yaşama" direncimizle. Bu zamanlarda, demir kapılar, çifte sürgüler vurmak istenir gözlerimize. Renklerin anlamını yitirmeden, unutmadan, inatla yazmaya devam ederiz…

Yazılarımızı okuyup da beğenenler tarafından, gecekondularda ıslanan bayat ekmekler gibi sıcak yemeklere konuluruz. Bebeklerin huzursuzluğunun yalnızca meme için olmadığını, gecelerin ağır, gündüzlerin solgun olduğunu, sistemin uyutmak istediğini, yapay oluşturulan gündemlerin gerçekliğinin doğru olmadığını, yani her gerçeğin doğru olmadığının kuşkusuyla "Yeni Dünya Düzeni" denilen düzensizliği vb. yazarız.

Bilirler ki hak ettiğimiz yaşamlarımızın peşindeyiz hepimiz. Bunun için değişik bedeller ödemişizdir, ödemeyi de sürdürürüz. (Belki de kendimizi yeniden doğurma süreci böyle başlar... Kim bilir?)

Bir semazenin kendinden geçmesindeki huzurun yalnızlığında yazarız yazılarımızı. Dönek değilizdir ama döne döne büyütürüz tek başınalığımızı.

Okurlarımıza, çocukken oynadıkları çelik-çomak oyunlarında kaybedilen yüzlerini arattırırız… Yaşamı yalnızca siyah ve beyaz olmaktan çıkarmaya çalışır, zamanın hileli saatlerindeki dengesizlikte, düşüncelerimizi akrep, yüreğimizi yelkovan yaparız.

Umutları yok etmeye çalışanlar, kesmeye başlarlar en kör yanıyla umutlarımızın en masum yolunu. Façası bozulur umutlarımızın. Yaşamımızın bu en hassas yerinde, akrep ve yelkovan birbirini kovalayıp durur. Biliriz, besleyemezsek, umutlar da ölür kendiliğinden.

Bu zamanlarda, bizi anlatan en iyi şey suskunluklardır. Bir de yapılmamış resimler, tamamlanmamış romanlar, şiirler ve söylenmemiş şarkılar...

Arkası Yarın

Veysel İkibudak


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,279,279,279,279,279,279,279,279,27
11 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Şadıman Şenbalkan


ÜLKEMİZDEN MANZARALAR...

Time dergisi, yılın en etkili yüz kişisinden biri olarak yazar Orhan Pamuk’u seçmiş. Yazarlığı tartışılan; seveni sevmeyeni bulunan yazarla göğsüm kabardı, (yazdıklarını, söylediklerini tasvip etmesem de) dersem yalan olmayacak.

Bir Mayıs Bahar Bayramı kutlamalarına gölge düştü. İzmir’de polisle çatışan provokatörler, İstanbul’da polisimize ve HALKIMIZI, BAHAR sevincinden alıkoyan bir takım guruplar!

Olmazsa olamaz televizyonun kokulu sümbülleri... Bir doktorun eleştirisine kulak asmayıp, “sen doktor olmuşsun ama bir şey olamamışsın” diyen program sunucusu!..

Üstüne maydanoz olan bir magazinci:

“Herkes kendi işini yapsın, baksın” diyerek savundu kendini, kendince.

“Gayet tabii bakıyor, tabii kardeşim...”diyenler de oluyor olmalı...

Çünkü;

“Aman doktor, canım cicim doktor derdime bir çare...” diyenler, unutur mu o meşakkatli kutsal mesleğin aşkındaki doktorlarına yazılan şarkıları...

Netice itibarıyla da, MİLLETİMİZ; öncelikle onlara hayat veren, dertlerine çare olan doktorlarına; saygı duyar, ve doktoruna yapılan saygısızlığa dayanamaz, ve de saygının olmadığı yerde de sevgiyi de barındırmaz; asil MİLLETTİR.

Bunun dışında bu MİLLET; “yar bana bir eğlenceli” hayatlara da eğlence için bakar, fakat baktığı gibi kendini bakmaktan da alı koyar. Çünkü gerçek yaşam da; hayatın gerçek yüzündeki realitede; bizim kurtarıcılarımız, sağlıklı yaşam ağaçlarımız O BEYAZ ÖNLÜKLERİYLE BİZE MEDETTİR, EĞLENCEDEN ZİYADE MERHEMDİR YARALARIMIZA...

Televizyonda gösterilen bir manzarada; küçük bir çocuk yasak olmasına rağmen mendil satıyor; vızır vızır işleyen arabaların arasında ekmek kavgasında. Anne baba; seyirci sanki çocuğuna... Aval aval, bakıyor.

Bir televizyon muhabiri mikrofon uzatıyor, çocuğuna mendil sattıran o anne ve babaya:

“Ya çocuğunuz arabaların altında ezilse?”diye soruyor onlara.

“Bir tane daha yaparız...” diyor baba!..

Bir çocuk, çöp arabalarından ekmek topluyor, sabah kahvaltısını çöpten topladığı kuru ekmeği bulduğu bir çeşmede ıslatıyor, bir köşede ıslattığı ekmeğini yiyor...

Televizyonda; sucuk ve salam reklamları, imrendiriyor kuru ekmeği zar zor bulan insanları... Ve çocuklar, seyrediyor ballı kaymaklı kahvaltılı bir avuç insanı...

Yine o çocuklardan biri; eğlenceli televizyonların; tok insanlarının, göbek dansını bir kahve köşesinin penceresinden hayatın pembe yüzünde; süslü püslü insanların dünyasını izliyor buruk yarı aç yarı tok...

Şadıman Şenbalkan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Erhan Tığlı

 GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


  GÜZELLİK: CANA CAN KATAN ÖZELLİK

Güzellik cana can katan bir özelliktir. Güzeli görmek için güzel bakmak gerekir. Güzellik bakanın gözündedir, yüzünde değil özündedir. Bu nitelik bir manide şöyle dile getiriliyor: "Kuyu dibinde kuyu/ Kuyunun yoktur suyu/ Güzellik neye yarar/ Güzel olmazsa huyu". Huy özümüzün dışa yansımasıdır; Güzeli daha hoş, daha cana yakın yapar. Huysuz kişi ne kadar güzel olursa olsun bir süre sonra can sıkar. Güzel kimdir, nasıldır, nasıl olmalıdır? Bu kişiye, kişiliğe, zevke, anlayışa göre değişir. Atalarımız, "gönül kimi severse güzel odur" demişlerdir. Demek ki bir şeyi güzel bulmamız için sevmemiz gerekir. Özdemir Asaf da bir şiirinde, "Güzel, o benim sevdiğimdir/ Bunu o bile değiştiremez" diyor. Âşık Veysel de, "Ben güzele güzel demem/ Güzel benim olmayınca", "Güzelliğin on para etmez/ Bu bendeki aşk olmayınca" diyerek bir gerçeği dile getiriyor. Bir türküde, "Urfalıyım ezelden, gönül geçmez güzelden", bir başkasında, "Bize Harputlu derler/ Biz güzeli severiz" deniliyor. Güzeli sevmek için oralı ya da buralı olmak değil insan olmak gerekir.

İnsan güzeli sevdiği gibi onu korur, kollar, daha güzel olması için çalışır, kem gözlerden sakınır. Güzellik doğal olmalıdır doğa gibi. Yapma güzellik yapmacıktır, bizi bir süre sonra oyalar ama zamanla boyası dökülür, içyüzü ortaya çıkar, sahte olduğu belli olur.

Kimi güzeller güzelliklerinin hep süreceğini sanıp gururlanırlar. Oysa atalarımız, "Malına güvenme, bir kıvılcım yeter; güzelliğine güvenme, bir sivilce yeter" demişlerdir. Jose- Maria de Heredia bir sonnet'sinde böyle güzellere şöyle sesleniyor:

"Gelip Ronsard, Seine'de ya da sarı Loire'de,
Ölümsüz etmeseydi sizi bu dünyada, acaba
Kim ederdi lafını sizin de yaşadığınızın?"

Bir şair genç ve güzel bir kıza tutulmuş, her fırsatta ona olan aşkından söz ediyor, onun için şiirler yazıyormuş ama güzelliğiyle gururlanan kız şairin aşkıyla oynamaktan zevk alıyormuş. Bir gün şairimiz gene kendisine yaklaşmak isteyince şuh bir kahkaha atmış, Ahmet Haşim'in ünlü, "Ateş doludur tutma yanarsın/ Şu karşındaki gülgun piyale" dizelerini anımsatırcasına, küçümseyici bir tavırla, "Fazla yaklaşma, ateşimle yanarsın" demiş.
Şair onu şu dizelerle yanıtlamış:

"Güzellik ateşin sönünce
Çevrende dolaşan hayranların
Elini ayağını çekince
Sen de beni mumla ararsın!"

Mağrur olmak iyi bir şey değildir. Padişahlara bile, "Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var" denilmiştir. Güzel olmanın bir başka niteliği bir manide şöyle anlatılıyor: "Arpa buğday çeç olur/ Güzeller güleç olur/ Güzellerin güleci/ Her derde ilaç olur."

**

Güzelliklere ulaşmak için çaba gösterelim, taşlara, dikenlere aldırmayalım. Güzellikleri boğmaya çalışan ayrık otlarını ayıklayalım, çamuru, kiri silip süpürelim, baktığımız yeri çiçeklere bürüyelim, güzellikleri çoğaltmayı sürdürelim, yılmadan, bıkıp usanmadan bu güzel yolda yürüyelim. Şunu da unutmayalım: Güzellik güzel bakanın, güzellikleri koruyanın hakkıdır. Bize güzellikler sunan doğaya iyi bakalım.

Bizi güzelliklerle buluşturan, güzelliklere ulaştıran sanatçılardır. Onlara gereken saygı ve sevgiyi göstermeli, değerlerini bilmeli, anlamalıyız. Göremediğimiz, farkına varamadığımız güzellikleri onlar gösterir, anlatır bize. Gençliğimde bir dergide güzel bir cami resmi gördüm. Neresi olduğunu merak ettim, altındaki yazıyı okuyunca orasının her gün önünden geçtiğim Şehzadebaşı Camii olduğunu gördüm. İşte sanatın gücü budur!

Sevda olmasaydı/ Gönüle dolmasaydı/ Dünya neye yarardı/ Güzeli olmasaydı?"

Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


7,757,757,757,757,757,757,757,75
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.962 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


S H A K E S P E A R E

Sizi dinliyorum, hiç kesmeyiniz,
bulutlanmadan, hep böyle yalın,
açık ve duru kalın, su gibi...

Ey gözler, birikmişleri söyleyiniz.
Yüreğime güvercinlerinizi salın.
Yokluğunuz aydınlıklara pusu gibi...

Öyle seviyorum ki, siz de seviniz,
yeşil kıvrımlarını uzanan dalın,
şarap şişesinin buğusu gibi...

Öyle güzel ki gözler, renginiz,
tadını paylaşır çiçekli balın,
yönünüz, büyünün doğusu gibi...

Uykuyla beslenir, dinlenirsiniz,
Isının altında dantelden şalın,
eski bir sevdanın uykusu gibi...

Gözler, bana güneş olun ve deniz.
Hep böyle benimle, yanımda kalın.
Özlenen sevgilinin kokusu gibi...

Yüreğimi aydınlatan gözler, bilseniz,
gölgesi gibisiniz koşan hazalın,
Düşsel bir göletin kuğusu gibi...

Çölün dipsiz, serin kuyusu gibi...
Öyle ak yürek, ak kanat, ak alın...

- Shakespeare Pîr'e sevgiyle

Gül Ozan

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #53



  Çözüm: Sudoku #52
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Akrobat Keçi!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.

Güzel bir web sayfası, Robot meraklısı olanlara meraklarını gidermek için tavsiye ediyorum ...Robot yapmak için gerekli malzemeler, devreler, motorlar, dişliler,yapılar, imalat, elektronik bilgi ve programlar konusunda eğitici yayınlar yapmak, teknik ve teorik robot derleri vererek robot yapmanın artık basit bir uygulama olduğunu göstermek... http://www.robbot.org kısayoluna tık.

Nike reklamında kullanılan muhteşem kolonları hatırlayıp, nasıl yapılır bu kolonlar diyenlere resimli bir kaynak http://www.cnmat.berkeley.edu/Speakers/ Hemde işin tekniğini akademik kaynaklara dayanarak hazırlayanlardan.

Google nedir? İnterneti kullanan hemen her kullanıcının adı gibi bildiği bir arama motorudur. Peki Siigle nedir? Hımm, du bakalım neydi bu yahu, bak dilimin ucunda ama aklıma gelmiyo demeyin http://www.siigle.com/ kısayoluna tıklayın. İşte bir arama motoru daha, ama sadece oyun meraklılarına... google ve siigle pek bi benzer olmuşlar dimi.

...Aslında işin aslı şöyle hakim bey, Aslıyı ilk gördüğümde başlıyor işin aslı, Aslı birgün benim acizane kaptan şöförlüğünü yaptığım 56, Şavrole taksiye biniyor, Ve ; karagümrüğe diyor bana, Karagümrük o dakika gönlümün başkenti başımın tacı ruhumun,İlacı oluyor, delikanlıya yakışmaz, Yolculuk esnasında en ufak bi rahatsızlık yada edepsizlik, Etmiyorum... http://www.sozlerim.com

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060502.asp
ISSN: 1303-8923
2 Mayıs 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com