1001 Dilek



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 976

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 3 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : KMFM Sunucular arıyor!..


1. Kahve Molası Öykü Yarışması - Detaylar için tıklayın.
Merhabalar,

Bugün muhalefeti bırakıp biraz kendimizle ilgilenelim istiyorum. Bir sevgili kahveci güzel bir fikir verdi. Bizim şu emektar pikabımızdan esinlenerek, görme özürlüler için sesli öyküler hazırlayamaz mısınız diye sordu aslında. Tabi, neden olmasın. Hem belki de bu iş görme özürlü kardeşlerimizden çok okuma özürlü kahvecilere yardımcı olur değil mi? Şaka bir yana, denemeye değer güzel bir uygulama olacağına karar vermiş bulunuyorum.

İlk olarak Öykü Yarışmamızda dereceye girecek olan 10 öykümüzü Sesli Öyküler haline dönüştürmeye karar verdim. Bu öyküleri çok tanıdık seslerden dinlemek hoş olacaktır eminim. Şimdi sizlerden bir ricam var. Bugüne kadar Kahve Molası'nda yazısı yayınlanmış yazar arkadaşlarımdan, eğer mümkünse bu yazıları bir de sesli olarak kaydedip bana yollamalarını rica ediyorum. Bu iş biraz zahmetlidir ama korkmayın, bugün size ücretsiz olarak yükleyip kullanabileceğiniz bir kayıt programı öneriyorum. Bu programı ve bilgisayarınızı kullanarak öykü ya da denemenizi kaydedip bana yollayın. Dilerseniz bir arkadaşınıza da okutabilir hatta biraz uğraşıp arkasına müzik bile döşeyebilirsiniz. Sözün özü, kendinizi KMFM'e program hazırlayan bir sunucu olarak görüp kendi yazınızı kendi sesinizle sunun istiyorum. Teknik olarak yardımcı olmaya hazırım. Bu kayıtlarla Kahve Molası'na özgü sesli bir kütüphanenin de ilk adımını atmış olacağız. Haydi bakalım, elinizden geleni ardınıza koymayın.

Hep eskilerden çalacak değiliz ya, bugün de yepyeni çiçeği burnunda bir şarkı dinleyelim birlikte. MFÖ'nün Agu isimli son albümünün romantik şarkısı, Sarı Laleler. Güzel bir gün olsun, hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 KahveRengi : Alaattin Bender


DÜŞ GEZGİNİ - HAMZA İNANÇ

Denizcileri büyüleyen siren kadınlarının güzelliği gibi sizi de büyüler ve adeta içine çeker Hamza İnanç'ın resimleri. Kendi deyimiyle "kimseyi ısırmak istemez" onun resimleri. İnsana enikonu yaşama sevinci katan "hayat güzeldir" dedirten rengarenk resimler. Dışarıdan bakışta dingin, ama içten içe devinen renklerin iç içe geçtiği resimler.

Kimbilir belki de kendisine "gezgin fotoğrafçı" tanımlamasını boşa yakıştırmamış olsa gerek Hamza İnanç. Sanırım gezdiği gördüğü yerlerin resimlerine hep yansıması olmuş. Dağ-bayır, dere-tepe, boran-kar, deniz-bozkır demeden, bıkıp üşenmeden inançla çizmiş, boyamış tuvallerini.

Aslında bu ayın konuğu için sürpriz bir isimdi Hamza İnanç. Cuma akşamı Galeri Soyut'ta sergi açılışını öğrendiğimde geç kalmıştım açılışa. Sergi kapanmak üzere idi. Şansımı denemek istedim; kendimi tanıttım ve Bülten'e konuk etmek için kendisiyle söyleşmek istediğimi belirttim. Ertesi gün için Başkent öğretmenevinde buluşmak üzere sözleştik. Fakat, elimizde olmayan sebeplerden o gün buluşamadık. Hafta sonu araya atölye çalışmam girdi. Pazartesi günü öğle arasında sergiyi ayrıntısıyla gezmek için Galeriyi ziyaret ettim. Hamza hocanın biraz önce dışarı çıktığını öğrenince "kısmet değilmiş!" diyerek hayıflandım. Ne tesadüftür ki ayrılmama yakın Hamza İnanç geldi. Geç kalmayı göze alarak başladık söyleşmeye; daha doğrusu o anlatmaya başladı.

1930 doğumlu sanatçı Köy Enstitülerinden yetişmiştir. Resimle ilk kez 16 yaşında Enstitüde Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu'nun resimlerini görmek suretiyle tanışır. Enstitüden mezun olurken artık resim sevdalısı idi ve öğretmeninin hediye ettiği orijinal "Edgar Degas" kitabını hala saklamakta. 1948 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü (GEE) resim bölümünü kazanır. Sağlık raporundaki pürüz nedeniyle kaçırdığı trene son anda atlayarak sanat yolculuğuna başlar. 1951'de mezun olduktan sonra Diyarbakır Öğretmen Okulu'na tayin olur. Sonrasında askerlik ve Urfa Lisesinde öğretmenlik. Henüz 26 yaşında iken evlenir. 1954 yılında 7 resimle katıldığı Devlet Resim Yarışmasında tüm resimleri sergilenmekle kalmaz, hepsi satılr. 1958'de öğretmenlikten istifa eder. Kim bilebilirdi ki, 1959'larda krizin de etkisiyle hayatını kazanmak için Ulus'taki heykelin önünde şip-şak fotoğraf çeken bu kişinin içinde sanat ateşinin hep tüttüğünü ve tüteceğini... Bir süre Necmettin Külahçı ile birlikte fotoğraf stüdyosu çalıştırır. 1959 yılında Nevzat Akoral ile birlikte Milli Kütüphane'de ilk sergisini açar. Bu arada Avrupa burs sınavını kazanarak Paris Güzel Sanatlar Akademisinin yolunu tutar. Yabancı sanatçıların aday olabileceği Albi kenti karnaval şenliklerine sadece İnanç'ın resimleri seçilir ve akademik birincilik alır. Paris'te bir taraftan eğitimi gereği akademik kurallara bağlı olarak resim yaparken diğer taraftan soyut resme yönelir.

Paris dönüşünde oradaki fotoğraf deneyimini kullanarak Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde kısa bir süre sahne fotoğrafçılığı yapar. 1965-1974 yılları arasında GEE resim bölümünde öğretim üyesi olarak çalışır. Bölüm başkanlığı yaptığı sırada dışarıdan öz kaynak bularak ve pres prototipi hazırlayarak "Özgün Baskı" atölyesinin temellerini atar. 1980 yılında çocuklar için sanat eğitimi vermek üzere Hollanda'ya gider ve 1990 yılında Rotterdam'da emekli olur.

"Sanatçı olduğunuzu ne zaman anladınız?" soruma yanıtı çok ilginçtir. GEE resim bölümünde öğrenci iken kız arkadaşının sinemaya gitme teklifini reddederek cebindeki parayla gidip yağlı boya aldığı anı sanatçı olma yolundaki ilk adım olarak anımsar. Sanatının evrelerini 1953'e dek çıraklık, 1961'e dek kalfalık, Paris (1964) sonrası ustalık olarak tanımlarken son 10 yıldır da kaygılarını bir kenara bırakarak tamamıyla özgür iradesi ile resim yaptığını belirtir. 1958-1973 yılları arasını soyut dönem olarak tanımlar ki bu dönemin sonlarında yaptığı yaklaşık 5 metre uzunluktaki devasa pano resim Mezunlar Derneğimizin girişindeki duvarı süslemektedir. Bu dönem resimleri "Avant-garde" soyut akım içerisinde lirik soyut resimlerdir.

"Sanat öncelikle birey işidir"

Bir gün, Burhaniye'de taşların arasından yükselen üç dallı gelincik dikkatini cezbeder ve hemen oracıkta onu ince ince resmeder. İşte o an, onun soyut resimden somuta geçtiği andır. 1974 yılında Devlet Resim Yarışmasında "Başarı" ödülü kazanır.

Sanatçı, resminin varoluş sürecini anlatırken öncelikle tuval yüzeyini tek bir renge boyadığını vurgular. Birbiriyle ilişkili, biçimden bağımsız soyut lekelerle resim şekillenir. Ritim ve armoni kaygılarıyla resim izlenimciliğin sınırlarında gezinir. Tüme varım veya tümden gelim yöntemiyle salt zihinsel çözümler üretilerek resim tamamlanır. Hamza İnanç'a göre her sanatçı bilinçaltı gelişimi ile resmin iskeletini belirler. Geometrik düzen sanatsal resmin yapı taşlarından birisidir. Özellikle "nature-morte" resimlerindeki vazo ve çiçeklerin biçim kaygısında geometrik düzen etkisi açıkça gözlenir. Ve "sanat öncelikle birey işidir; bireyseldir" der Hamza İnanç. Rengin hakkını veren, sıcak olsun, soğuk olsun renklerle çarpışmaktan çekinmeyen bir silahşördür o. Gözlerinin rengi tuvale düşmüş, renkli griler bu kadar renk çeşitliliği arasında tampon görevi üstlenmiş, resme ayrı bir zenginlik katmış ve ne yalan söyleyim beni hep kıskandırmıştır.

Hayaller gerçek oldu

Nihayet bir hayal gerçek oldu ve Galata'nın rıhtımındaki 4 No'lu antrepo yenilenerek İstanbul Modern Sanatlar Müzesi'ne (www.istanbulmodern.org) kavuştu. Müze, ülkemizin modern ve çağdaş sanat alanındaki birikimini ortaya koymayı, korumayı ve değerlendirmeyi amaçlıyor. Osman Hamdi Bey'in "Kaplumbağa Terbiyecisi" resmi 5 trilyon gibi rekor bir fiyata satıldı. Lütfi Kırdar'daki sanat fuarı görsel bir şölendi. Yapı Kredi Bankası'nın 1954 yılında açtığı "İstihsal" konulu resim yarışmasına katılan 2x3 metre boyutlu büyük ustaların resimlerini, özellikle de yazılarımdan birinde yer verdiğim Aliye Berger'in birinci gelen "Güneş" isimli resmini yakından görmek büyük bir ayrıcalıktı. Sanat serüveni başdöndürücü bir hızla devam ediyor. Tüm sanatseverlerin bu serüveni yaşaması dileğiyle...

Alaattin Bender
www.alaattinbender.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Nadya Alpkonlar

 Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar


   KÖR TALİH !

Boşuna "kör dememişler...
Kör olmasaydı dönüp dolaşıp gelir beni bulur muydu?

Son seyahatimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Paylaştıkça üzüntü azalır, sevinç de çoğalırmış...
Bilmem var mı böyle bir deyim,
yoksa ben mi uydurdum şimdi ?

Bu seyahatin OTOYOLU " Alain Delon " !
ANA CADDESİ "arkadaşım" !
YAN SOKAKLARI ise 25. Uluslararası İstanbul Film Festivali !

Dünya alem biliyor benim Alain Delon'a olan aşkımı.
Biraz abarttım galiba... Dünya alem değilse bile, çocuklarım,
arkadaşlarım ve KM okur-yazarların büyük bir kısmı biliyor bu tutkumu!

* * *

12. Mart'tan itibaren bazı arkadaşlar SMS ve mail yolu ile bana A.D.nun İstanbul'a geleceği haberini vermeye başladılar...
Bu durumda Nadya ne yapar ?
Evet, aynen öyle !
Kolları sıvar ve bilgi toplamaya başlar...

Bu zatı muhteremin 31. Mart gecesi Film Festivalinin Galasına katılacağını, ona ödül verileceğini, 01. Nisan günü de Emek Sinemasında gösterilecek filmden sonra seyircilerle sohbet edeceğini öğrendim.

Tek sorun Gala davetiyesi !

Ondan sonraki günler sağa sola haber salıp, davetiye dilenmeye başladım.
Maalesef aldığım cevaplar negatif...
Hatta Show TV.de çalışan bir arkadaşımın oğlu,
Davetiye bulursam kendim giderdim, demiş...
Yani bu kadar kıymetli bu davetiyeler...

Ama ben kolay kolay yılmam, kafaya koydum bir kere,
İstanbul'a gideceğim ve onu göreceğim !

Şimdi OTOYOLU bir kenara bırakalım,
ANA CADDEYE geçelim biraz...

* * *

İstanbul'a arabamla gitmeyi tasarlıyordum.
Fakat 750 km. yolu yalnız gitmek istemiyordum.
Onca saat sohbet etmeden sıkılırım direksiyon başında.

Benim çok sevdiğim, çok taktir ettiğim, çok kafa dengim bir arkadaşım var. İsmi Duru.
Sanki ruh ikizim, o kadar iyi anlaşıyoruz.
Antalya'ya göç ettiğimde ilk tanıştığım kişi.
Ona rastladığım için çok şanslıyım...
Beş yıldan beri arkadaşlığımız devam ediyor...

Ona, tasarladığım bu yolculukta "muavinliği" teklif ettim.
Kabul etti... can arkadaşım, ANA CADDEM benim.

* * *

Hareket tarihine bir hafta kala hala davetiye için müspet bir sinyal alamamıştım.
Kara kara düşünürken birden konserler organize eden bir arkadaş aklıma geldi.
Nasıl da unutmuşum onu?
Derhal telefon ettim ona ve beklediğim cevaba kavuştum:
Sen merak etme, davetiyeyi cebinde bil, dedi.
Bu ne muhteşem bir cümle...
Bu ne muhteşem bir duygu...
Bu ne muhteşem bir arkadaş...

* * *

31. Mart Cuma sabahı daha gün doğmadan Duru ile yola çıktık.
İki kısa mola ve 11 saat sonra İstanbul'a vardık.
Kalacağımız arkadaşımın evi 1. Levent'te idi.
Bütün sokaklara "tek yön" trafik uygulanmış.
Park yeri bulmak bir mucize...
İki kez mahallede tur attıktan sonra, evin sokağına paralel sokaktaki bir OTO PARK'a daldım.
Saati 4 YTL. En ucuz tarife 24 saatlik, 12 YTL.
Zaten yorulmuşum, üstüne üstlük sıkışmışım, değil 12YTL, 24 deseler vereceğim...
Sonra eve gitmek için bir yokuş inip bir yokuş çıktık !
Arkadaşım masayı hazırlamış bizi bekliyordu.
Benimse aklım fikrim davetiyede idi...
Derhal telefon edip geldiğimi bildirdim.
Karşıdan gelen cevap şöyle idi:
- Hoş geldin. Davetiyeler henüz bana gelmedi Sen bana adres ver, gelir gelmez kurye ile yollarım.

Aradan bir saat geçti, ses seda yok. Tekrar aradım.
Arkadaşın sesi biraz durgundu:
- Nadya, sana biri kötü, biri iyi iki haberim var, hangisini evvela dinlemek istersin?
Hoppala, ben haber falan istemiyorum, ben davetiye istiyorum...
diyemedim tabii...
- Kötü haberi alayım, dedim.
- Alain Delon Galaya gelemiyormuş, dedi...
Gerçekten de, şu anda bundan kötü haber olamazdı...
Nutkum tutuldu, kulaklarıma inanamadım.
Kör talihime pes mi desem, yuh mu desem, yoksa oracıkta bayılsam mı karar veremedim.
Sonra kendimi toparlayıp, iyi haberin ne olduğunu sordum.
- Davetiyeler geldi, kurye ile yolluyorum, umarım gitmekten vaz geçmedin, dedi.
- Tabii ki gideceğim, bu kadar yol gelmişken, seni de bu kadar zahmete sokmuşken gitmesem büyük ayıp olur.
Teşekkürlerimi de ilave ettikten sonra telefonu kapadım.

Saat 18.00 e geliyordu. Gala 20.00 başlıyor.
İsteksiz ama acele ile üstümüzü değiştirdik.
Biraz da makiyaj yaptık.
Kurye 18.45 de geldi, biz de YAN SOKAKLARA doğru yola çıktık.
İlk kavşakta 3 kez trafik lambalarının yeşil yanmasını bekledik.
Bu arada Duru zarfı açtı ve davetiyelerin üzerindeki yazıları okudu.
Geç kalınmaması misafirlerden rica ediliyordu, çünkü kapılar tam 20.00 de kapanacaktı.
Bir bu eksikti...
Zaten sinirlerim tepemde, yollar araba denizine dönmüş, trafik durağan, bende kalmamış derman...
Zincirli Kuyu, Mecidiye Köy, Feriköy, oradan sola Pangaltı kavşağı, lambada durduk, ben sinir krizleri geçiriyorum.
Sarı yanarken Şişli yönünden bir ambülans son hız kavşaktan geçti, ben de peşine takıldım... Taksim'e kadar da bırakmadım peşini.
Ondan sonra yine kaderimizle baş başa kaldık.
İşin kötüsü Lütfi Kırdar Salonuna nasıl gideceğimi bilemiyordum.
Taksim Meydanına çıkmak için kocaman bir kavis çizerek ve son lambada 4 kez yeşili bekleyerek saati 19.45 yaptık.
Bu arada yanımızda duran taksi şoförüne de Duru adres soruyor.
Adamcağız tarif etti, sonra da camlarımızı kapatıp, kapıları da kilitlememizi tembihledi.
Açık Hava Tiyatrosunun önüne vardığımızda bir arabanın çıktığını gördüm.
Tam oraya park edeceğim, iki ızbandut gibi adam karşıdan koştular, oraya başka bir arabayı park ettirmek istediler.
Ben aldırmadan boşalan yere giriverdim.
Arabadan acele ile indik, adamlar tepemizde bekliyor...
Aslında park ettiğimiz yerde park yasağı bile yok, sırayla herkes park etmiş. Gözümüzü korkutup yolacak kaz zannettiler bizi herhalde. Utanmıyor musunuz emekli iki bayanın yolunu kesip para istemeye, diye bağırmışım... kös kös, özür dileyerek çekildiler başımızdan. Salona erişmemiz için en az 50-60 merdiven tırmanmamız gerekti.
Yağmur da çiselemeğe başladı.
Son basamaklarda bir de ne göreyim? Lame terliklerle çıkmışım...
Halbuki arabada güzel, siyah rugan çizmelerim vardı.
Sinirden ve aceleden giymeyi unutmuşum.
Geri dönüp değiştirmeme imkan yok.
Güler misin, ağalar mısın, yoksa kör talihime söver misin?
Allah'tan kadife pantolonum uzun ve boldu...
Hiç renk vermeden kırmızı halının üstünden salına salına geçerek içeri girdik.
Yerler numaralı değildi, millet fuayede birbirlerine boy gösterirken, biz de içeri girip 4. sıraya oturduk. İlk üç sıra VIP soyundan olan kişilere ayrılmıştı.
Nihayet 20 dakika rötarla açılış yapıldı.
Festivalin açılış konuşmalarını Fransız Turizm Bakanı ile Türkiye Kültür ve Turizm Bakanımız yaptı.
Benim için en acıklı kelimeler Fransız Bakanın ağzından döküldü:
Monsieur Alain Delon bu sabah beni aradı ve kişisel nedenlerden dolayı Festivale katılamayacağını bana üzülerek izah etti... bla bla bla... Sonra onun filmlerinden bazı sahneler gösterdiler dev ekranda.
Ben de ancak ekrandaki bir resmini çektim...

Ondan sonraki saatlerde kendimizi programın akışına bıraktık.
Sertab Erener Kerem Görsev'in piyanosu eşliğinde film müziklerinden çok güzel bir demet sundu. (İngilizce olarak)
Ödüller dağıtıldı ve antrakt oldu.
Biz de çıkıp kahve ile birer sigara içtik.
Tekrar içeri girdiğimizde salonun yarısının boşaldığını gördük.
Biz, hayal kırıklığımızı yenip, oturup filmi izlemeye karar verdik.
İyi ki de kalmışız...
O filmden o kadar etkilendik ki, bütün sinirimiz yok oldu.
O filmden burada size bahsetmek isterdim ama, benim için o kadar değerli ki, onu ayrı ve özel olarak yazacağım.

İşte, KÖR TALİH beni bulunca böyle de bir yazı sizi buldu !

Nadya Alpkonlar


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Neslihan Güzel

 Kahveci : Neslihan Güzel


  YARIN HER ŞEY İÇİN, GEÇ OLABİLİR

Karanlıktı her taraf, ne olduğuna bir türlü anlam veremiyordum, gözlerim ışığı arıyordu, ama göremiyordum hiç bir şeyi. Bağırmak, haykırmak istiyordum ama ne mümkün. Bağırmak istedikçe, biri boğazıma yapışıp, beni susturmaya çalışıyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Sağ elimin başparmağını kıpırdatmaya çalıştım, olmuyordu. Ayaklarım, ellerim hiç bir yerim kıpırdamıyordu. Gözlerimden yaşlar gelir mi diye uğraştım, o da mümkün değil, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ağlayamıyordum. Bağırmak, hıçkırmak istiyordum ama olmuyordu işte. Dışarıda yağmurun sesi vardı, damlalarının yere düşüşünü hissedebiliyorum. Sokaklar eminim su ile dolmuştur. Rüzgârın uğultusu birden kulağıma ilişti. Sert bir rüzgârın estiği belli idi.

Peki, dışarıdan gelen insan sesleri, ne oluyordu? Neden toplanmıştı bu insanlar? Neden bir araya gelmişlerdi? Neler konuşuyorlardı böyle? Peki, buradan çıkan feryatlar, hıçkırıklar neyin nesiydi? Neden ağlıyordu bu insanlar? Bu feryatların nedeni neydi? Kim ölmüştü? Bakmaya çalışıyordum dışarıya ama göremiyordum bir türlü, kimdi bunlar?

Sonra ayaklarımı uzatmaya, kımıldatmaya çalıştım yine olmadı, gözlerim de hala kapalıydı. Bir güneş ışığına hasrettim, ama ne mümkün, ay ışığını bile görmeyecek kadar mecalsizdim.

Soğukluk hissediyordum bedenimde, anlamsız bir sertlik vardı, bütün vücudumda, her tarafım kas katı kesilmişti. Çaresizdim, ne olduğunu anlayamadığım, bir çaresizlik vardı bütün ruhumda.

Sonra anladım, aslında ben ölmüştüm. Bu insanlarda benim için ağlıyordu. Feryatlar benim içindi. Ürperdim birden, acaba nasıl yaşadım? Diye düşündüm, neler yapmıştım insanlar için?

Üretken olabilmiş miydim? Yaşadığım zamanın hakkını verebilmiş miydim? Arkamdan nasıl konuşuyordu insanlar?

Bu düşünceler beni endişelendirdi. Daha yapmak isteğim çok şey vardı oysa yarım kalmıştı hayallerim. Daha da iyi değerlendirebilirdim, hayatı. Saniyeyi saat kılabilirdim diye düşündüm o an. Dostlarıma daha çok zaman ayırabilir, acı günlerinde de destek olabilirdim. Sevgi aşılaya bilirdim, çocukların kalplerine, onlarla büyüyüp yeşillensin diye. Küçük şeylerle zamanımı harcama yerine, büyük şeylerle meşgul olabilirdim, kalıcı olabilirdim bu hayat yolunda. Ama ben ne yapmıştım? Zamanımı nasıl harcamıştım? Ne kadar da verimli geçirebilmiştim günlerimi. Bu sorular beynimi kemirdikçe kemiriyordu.

Vücudumu birden bir hararet bastı, alnımdan terler boşalmaya başladı, parmaklarım kasıldıkça kasılıyordu. Başımı sağa sola hızla çevirmeye başladım. "Hayır! Hayır! Olamaz, şu an ölmek için çok erken, daha yapmam gereken o kadar çok şey var ki." Bu düşünceler içinde, birden yattığım yataktan fırladım. Oh! Çok şükür ki, bu bir rüyaymış.

Artık, daha matematiksel yaşamam gerektiğini anlıyorum, saniyeyi saat yapmamın da zamanı gelmişti. Ve hayallerimi ertelememem gerektiğini bir kez daha anladım.

Yarın her şey için, ama her şey için çok geç olabilir…

Neslihan Güzel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Gül Çakır


Saçlarımdan kan damlıyor

Hüzümlü bir akşamın karanlıgında gezindim dün akşam. Ellerim soğuktan buz gibi oldu. Ceplerimde deniz yıldızları olduğu için yer yoktu onlara... sahilde yürürken gökyüzünden ayakucuma bir yıldız düştü. Elime almak için uzandım. Avucum yandı. Kızıl, kor bir ateş parçasıydı yerdeki ve üzerinde kocaman harflerle "aşk" yazıyordu..

Her aşk acı mıdır anne? Her sevgi böyle can mı yakar hep?.. öyle yığıldı ki sorular kafamda, bir yanıt bulanın kırk yıl ölesi bile olurdum inan..!

Saçlarım gece ayazında uçuşurken ellerimle geriye itmek istedim. Saçlarımdan çektiğimde ellerimi; avuçlarımda kan vardı! Korktum önce... ne anlama geliyor bunlar diye.. saçları kanar mı hiç bir insanın anne?

Yanımda yoksun şimdi... nerede, kiminle, neler yapıyorsun bilmiyorum... dilerim iyisin. Bacakların ağrıyordu en son konuştuğumuzda. Bundan tam sekiz sene evvel. Geçti mi bacaklarındaki sızı anne? Benim yüreğimdeki sızı gibi duruyormu hala yoksa..?

Saçlarımdan kan damlıyor şimdi... "altın sarısı bebeğim" derdin hep sen bana. Altın sarısı kan kırmızısı oldu anne. Üşüyorum.. ellerini tutmak, göğsüne uzanmak vardı şimdi oysa. Anne nerdesin???

Gül Çakır
gulcakir9@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Veysel İkibudak

 Kahveci : Veysel İkibudak


  ONURSUZLUĞUN ŞAHLARI VE YAZARLIĞIN ÖTE YANI… -2-

Suskunluklardan sonra, Âdem'le Havva'dan miras kalan günahlarla ve yılanla sarmaş dolaş olma demi başlar. Elma kışkırtır! Yaşayacak dünyası olmayanlar, Havva için iştahla elma yerler. Daha sonra, sınırı olmayan bir Âdem yalnızlığı başlar. Tercümesi olmayan bu ağı, bir cellâdın kendi sevgilisini infaz ettiği masalların büyüsüyle, kargaşanın en güzel yerinde yeniler kendini ve kekeleyerek anlatılır...

Bir gün gelir, Âdem yalnızlığı da ölür.

Bir yanımızda Nemrut, öteki yanımızda Midas, bir yanımızda firavunlar, öteki yanımızda onursuzluğun şahları durur. Üşürüz… Üşütürler… Isınmak için kendimize, bize benzeyenlere, ustalara, kitaplara sarılırız… "Seni seviyoruz ey onurlu hayat!" deriz. Şahların askeri olmayız. Seçenekler dışında kalan hayata alışamayız.

Siyah ve beyazı iyi bilir, iyi tanır, iyi yaşarız ama griyi de severiz şahların inadına. Yangın sonrası oluşan bir kül griliğidir bu. Kelepçeler, her an bileklerimize girmek için sabırsızlanır.

Renklerin bulanıklaştığı zamanlarda, yaşam öylesine zor ve insanlar olabildiğince o kadar kalleş olur ki! Bu kadar eşitsizliğin arasından sıyrılıp da harflerine alçaklık değmemiş sözcükleri sayfalara dökebilmek o kadar güçtür ki! Her zaman, yazılarımızı sonsuz bir emek ve özgünlük içinde, neredeyse törensel bir biçimde hazırlanarak sunmaya çalışırız ama kimin umurunda?

Neredeyse törensel biçimde hazırlanıp yazdıklarımız, biliriz ki anlık bir gülümseme gibi geçip gider okurların içinden.
Çıkarcının çıkarcısına bardaktan boşalırcasına yağ döktüğü bu toplumda, siyah, beyaz ve grinin tonlarını bilerek beyin teri dökeriz.
Kapanırız içimize, kabarırız, düşünceler içinde dönüp dururuz semazenler gibi.
Kolay uyuyamayanlardanızdır. Başını yastığa koyunca hemencecik uyuyanlardan olabilmek için neler veririz neler?

Yalnızca düşüncelerle değil, dilin ustalığı altında, ustaların huzurunda küçülmeden, eğriyi büğrüyü ve doğruyu yanlışı düşünüp yazmaya çalışırız...

Enkaza dönüşen yaşanmışlıklardan kayıp kentler yaratırız. Biliriz ki hiçbir maceracı aristokrat değildir. Kendini "üst insan" olarak gören aristokratları, "tatlı su entellerini", "renkli cam baykuşlarını" kendi aşağılık düzeylerine indirebilmek için karşı konulması olanaksız bir yağma içgüdüsü oluşur beynimizde.

Oscar Wilde, "Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor, ama hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar." diyor. Ara sıra, sağımızı solumuzu bu insanlar kuşatsa da, edebiyatın askerleri oluruz bu zamanlarda… "Yanlış yolda düzgün adımlarla yürümektense, doğru yolda sekerek yürümek daha iyidir" diye düşünerek, karınca adımlarıyla da olsa yürürüz kendi yolumuzda.

İçe Dönüş…

Birbirimizin yazdıklarını okuyanlar ve yazanlar olarak, sanki eleştirilerimizle birbirimizi döveriz. Eleştirdiklerimizin asıl muhatapları bunun farkında bile değillerdir; biliriz. Garip bir yarış içine gireriz; "ben senden daha iyiyim!" yarışına.

Oysa sahip olmamız gereken tek şey vardır; ya, doğuştan ince bir ruha, ya da bilim ve sanat tarafından inceltilmiş bir ruha sahip olmaktır. Buna sahip olmayanlar, yıllarca edebiyat dünyasının kapısını tırtıklamaya çalışırlar ama kimselere seslerini duyuramazlar. Onursuzluğun şahları, edebiyat dünyasında seslerini duyuramayanlara fazla dokunmazlar. Bunlardan bir şey olmayacağını, oluşturdukları piç kültürün sözcüleri olduklarını, kendileri için zararsız birileri olduklarını ve her sistemin yalakası olduklarını iyi bilirler. Eleştirmezler…

Ama biz her fırsatta birbirimizi eleştirmeye başlarız. İşin en güzeli ama aynı zamanda da en acıtan yanı da bu sanırım. Okur olduktan sonra okuryazar oluyoruz, sonra yeniden okurluğa geçip de yazar olamıyoruz. "Olduk!" diyoruz, okumuyoruz ama okunalım istiyoruz ve kapıları kendimize böyle kapatıyoruz.

"İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan soylu davranır." diyor Nietzsche. Başarısızlığa meydan okumak güzel de, ya başarıya meydan okumak? Ne kadar başarabiliyoruz bunu?

Yazar, başarıya da meydan okuyabilmeli ki övgüden, şandan, şöhretten başı dönüp de ayakları yerden kesilmesin.

Birçok şeyi henüz yeni bilmeye başlayan, oysa kendisi için yeni sayılan ve bunu da çok önemli bir buluşmuş gibi, sanki ilk kez kendisi tarafından bilinen bir şey gibi sunup, sunduğu şeyler arasında kaybolan insanlarla yaşamak elbette ki çok sabır gerektiriyor.

Her gün biraz daha büyüyoruz, aslında her gün biraz daha eksiliyoruz. İstiyoruz ki ustalarımız bizi olumlu yönde yönlendirsinler, yol göstersinler, eleştirsinler, sevsinler…

Kendi çıkar hesaplarının içinde boğuşan, çok bilen edebiyatçı ustalar(!) "Şimdi bunları hesaplamanın zamanı değil, biz bu yolda çok süründük, siz de sürüneceksiniz." diyorlar. Yalnızca kendi başarılarını düşünüp yollarında ilerliyorlar ve her fırsatta, akıl verme gölgesi altında heveslerimizi kırıyorlar.

Kelebek, daha önce tırtıl olduğunu unuturmuş!

Geçmişini unutmayan değerli ustalar yok mu? Var elbette. Ustalık, hemen öğrenilemiyor ve öğretilemiyor. "Bilgi", bir başkasına rahatlıkla aktarılabiliyor ama "bilme" aktarılamıyor. Yalnızca bizi sevsinler, itmesinler; 99 oyun öğrenip de 100. oyunda nasıl olsa alt edileceğimizin bilincindeyiz. Onlar da boynuzun kulağı geçebileceğini unutmasınlar.

Hepimiz mi sevilmeyi hak ediyoruz? Ne yazık ki hayır! Ustaların yaklaşım ürkekliği de bundan zaten. Kurunun yanında yanmaktan bıktık! "Sevilmek mutluluk değildir. Her insan kendi kendini sever ama mutluluk bir başkasını sevmektir." diyor Herman Hesse.

Nietzsche de "Sevilmiş olma isteği kendini beğenmişliklerin en büyüğüdür." diyor. Ustaların bizleri sevmesi ne kadar gerekli? Muhatabımızı bulunca, okurlarımızla karşılaşınca, onları düşünce olarak yetersiz buluyor, çabuk sıkılıyoruz. Bizi anlayan, ille de bizimle aynı düşünen ve bizleri övecek insanları görmek istiyoruz yanımızda. Onları bizim gibi olan insanların yanında ezip, un (ufak) etmek ve kendimizi rahatlamak istiyoruz.

Ne Yapmalıyız?

Öncelikli olarak bizi kollayanlarla, kullananları iyi ayırdebilmeliyiz. Bizi dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışmamalıyız. Onursuzluğu şahlandırmamalıyız. Usta olarak seçeceğimiz, örnek alacağımız insanları iyi belirlemeliyiz. Onursuzluğun şahlarından değil, şahsiyeti onurlu olanlardan seçmeliyiz.

Sonra ne mi yapmalıyız?

Sonrası, sorularla yanıtların çelişkisidir. Yaşamın kendisi, çelişkilerin tamamladığı bir bütün değil midir zaten? Siyah-beyaz, kadın-erkek, kara-deniz, yer-gök, güçlü-güçsüz, köle-efendi...

Biz hangi çelişkiyi bütünlüyoruz acaba? Ya da hangi çelişki bize rengini veriyor?

Gülüp geçiyorum artık "gerçek" denilen cazibeli fahişeye. Gerçek, her zaman doğru da olamıyor işte! Tüm doğurganlığı ve canavarlığı ile rahmini yırtan bir kediye benziyor. Bıyıkaltından sırıtıp bakan, kendini edebiyatın piri olarak görenler gibi yukarıdan bakıp gülüyor bizlere...

Doğal olarak gülmek, bazen hoş bir eylem olamıyor ve Brecht, "Bir ülkede hiçbir şeye gülünmüyor ise orada yaşanmaz, bir ülkede her şeye gülünüyorsa, o ülkede de hiç yaşanmaz." diyor.

Onursuzluğun şahları, kirli kimliklerini, kirli sakallarının altına saklayarak konuşunca, bereketimizi, üretkenliğimizi yok etmeye çalışan asit yağmuruna dönüşüyorlar. Bunu fark ediyoruz ve biz de buna gülüyoruz iyi mi?

Arkası Yarın

Veysel İkibudak


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Işık Etkin

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.962 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


S I R

sırrım sensin :
hiç kimse ile paylaştım
tutkumda seni aştım :
belki "ben"sin
srrım sevdadır :
yüreğimi büsbütün açarak
beni seninle paylaşarak :
sırrım "sana"dır
sırrım budur :
gizlenmekle gizli kalmayan
zamanla silinmeyen solmayan :
sırrım "su"dur
sırrım dönmek :
sevilene, eskiye, aslına
buharlaşıp yağmak yeniden
akmak, sinmek, sevmek !
sırrım...
eğer bir sırrım varsa
meğer ki ...
ben de "var"ım !

Gül Ozan

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #54



  Çözüm: Sudoku #53
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Pess!..

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.

Güzel bir web sayfası, Robot meraklısı olanlara meraklarını gidermek için tavsiye ediyorum ...Robot yapmak için gerekli malzemeler, devreler, motorlar, dişliler,yapılar, imalat, elektronik bilgi ve programlar konusunda eğitici yayınlar yapmak, teknik ve teorik robot derleri vererek robot yapmanın artık basit bir uygulama olduğunu göstermek... http://www.robbot.org kısayoluna tık.

Nike reklamında kullanılan muhteşem kolonları hatırlayıp, nasıl yapılır bu kolonlar diyenlere resimli bir kaynak http://www.cnmat.berkeley.edu/Speakers/ Hemde işin tekniğini akademik kaynaklara dayanarak hazırlayanlardan.

Google nedir? İnterneti kullanan hemen her kullanıcının adı gibi bildiği bir arama motorudur. Peki Siigle nedir? Hımm, du bakalım neydi bu yahu, bak dilimin ucunda ama aklıma gelmiyo demeyin http://www.siigle.com/ kısayoluna tıklayın. İşte bir arama motoru daha, ama sadece oyun meraklılarına... google ve siigle pek bi benzer olmuşlar dimi.

...Aslında işin aslı şöyle hakim bey, Aslıyı ilk gördüğümde başlıyor işin aslı, Aslı birgün benim acizane kaptan şöförlüğünü yaptığım 56, Şavrole taksiye biniyor, Ve ; karagümrüğe diyor bana, Karagümrük o dakika gönlümün başkenti başımın tacı ruhumun,İlacı oluyor, delikanlıya yakışmaz, Yolculuk esnasında en ufak bi rahatsızlık yada edepsizlik, Etmiyorum... http://www.sozlerim.com

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe
Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.

KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060503.asp
ISSN: 1303-8923
3 Mayıs 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com