|
|
|
5 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Her işin başı eğitim!.. |
Merhabalar,
Ne zaman başımız sıkışsa "Eğitim şart!" deriz ya, yalan da değildir hani. İşte tam o hesap, ben de bugün "Eğitim olmazsa olmaz kardeşim!.." demek istiyorum. İyi de bu eğitim denen şey öyle kiloyla alınır satılır birşey değil elbet. O sebeple kimde ne kadar eğitim var anlamak mümkün değil. Bir de bu sihirli kavram pek bir göreceli. Bana göre yeterli olan eğitim berikine yetersiz gelebiliyor. Aslında büyüklerimiz önce bu işe bir birim koymalı ve TSE de standartları belirlemeli. Birine eğitimli demek için aklı kaç karşı havada, burnu ne kadar kalkık olmalı herkes alenen bilmeli. Eğitimin ilk göstergesi tabi ki okullu olmak. Hele insan birde halen okul yollarını arşınlıyorsa eğitim ona kul köledir bile denilenilir değil mi? Yok işte öyle değil, kazın ayağı bu kez topal. Yok canım şimdi burada okullarımızda verilen eğitimin ezbere dayalı müfredat uygulaması olduğundan falan dem vuracak değilim. O konu beni aşar. Ben duyup gördüklerimi yorumlarım gerisine karışmam.
Abbas Güçlü'nün bir programı var biliyorsunuzdur. Hani bilmiyorsanız da mazeretiniz kabul olur. Çünkü bu program üniversite gençliğiyle yapılır ama ne hikmetse gece yarısından sonra yayına girer, diğer her aklı başında program gibi. Her neyse, son program Koç Üniversitesi'ndeydi. Konuklarla memleket meseleleri konuşuldu, tartışıldı. Salonda olanlardan çok sokakta olanlar her zamanki gibi ilginçti. Programın sokakta gençleri çevirip genel kültür soruları sordukları bir bölümü var. Tiplerine baktığınızda baştan ayağa eğitimli oldukları varsayılan gençlerin sorulara verdikleri yanıtlar benim suratımı kızarttı, onlar ise sadece güldü. Örnek mi? Buyrun buradan yakın. Soru: "Almanya'nın başkenti neresi?" Cevaplar: "Göteborg" - "Hamburg" - "Vaşinkton" Soru: "TBMM'nin başkanı kimdir?" Cevaplar: "Hımmm Sezer, Tayfun Sezer" - "Abdullah Gül" - "Sınav dönemindeyim, kafam çok karışık nolur sormayın bana!??" Soru: "Kızılırmak nereye dökülür?" Cevaplar: "Hazar denizine" - "Akdenize" - "Mezopotamya". Ama çocuklar haklı. Çalıştıkları yerlerden sormuyorlar ki. Sorsunlar bakalım Eminem'im son albümünü, sorsunlar 20GB lik iPod'a kaç şarkı sığdığını, hepsi sular seller gibi cevap vermezse namerdim. Dedik ya bu eğitim göreceli bir kavram. Her yıl lisede eğitim aldığı varsayılan ama üniversite kapısından dönüp işsizler ordusuna nefer kaydolan bir buçuk milyon gencin olduğu bir memleketten söz ediyoruz. Okullarda eğitilmekten geçtik hiç olmazsa çocuklara kendilerini nasıl eğitebileceklerini öğretsek ya.
Bugün sıra gene bir eski şarkının yepyeni yorumunda. Aşkın Nur Yengi'den ilk dinleyip sevdiğimiz Ayrılmam'ı geçen yıl Kargo yeniden yorumlamıştı ve de çok güzel olmuştu. Şimdi bir de aynı şarkıyı Levent Yüksel söylemiş, pekte güzel söylemiş. Güçlü bir sesten harika bir şarkı dinlemek için tek tık yeter. Hepinize güneşli, pırıl pırıl bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Türkçesi... |
|
Bir yandan medyanın ağır topları. Barlas, Ilıcak, Altan Biraderler, Taha Akyol, Hasan Cemal ve bilumum demokrasi havarileri. Hepsi ceberut Cumhuriyetten yakınıyorlar. Demokrasinin önündeki engellerin mevcut yönetimin eliyle kaldırılması için haykırıyorlar.
Hepsi okumuş yazmış 'Büyük İnsanlar' bunlar. Diğer yandan da kulaklarımla duyduklarım var. Böyle demokrasinin önündeki engeller kalkacak, öyle mi?
Konuşulanların Türkçesi benim anladığımdan farklıysa. Sanırım ya benim Türkçem ya da demokrasi anlayışım kıt! Belki her ikisi de. Öyle ya, üstatlar yanılmayacaklarına göre!
Son iki haftayı hatırlayalım bakalım...
Önce Sayın Cumhurbaşkanı laikliğin önemini ve Türkiye'nin önündeki tehlikeleri belirleyen bir konuşma yaptı. Ardından neler oldu?
Başbakan Tayyip Erdoğan çıktı, "Dindarların siyaset yapmasını engelleyemezsiniz" dedi. Ardından 23 Nisan'da Meclis Başkanı Bülent Arınç "Laikliğin yeni bir tanımı yapılması gerek. Kamusal alandaki baskılar kalkmalı" diye buyurdu. Nihayet yine Başbakan grup toplantısında noktayı koydu: "Gün gelecek, egemenlik kayıtsız şartsız milletin olacak. Öyle duvarda yazılı olmayacak. Gerçekten milletin olacak."
Şimdi bütün bu tepki ve konuşmaların benim anladığım 'Türkçesi' şu:
"Dindar olan ve olmayan siyasetçiler var. Siyasetçinin dindarı olduğu gibi, avukatın, doktorun, mühendisin, öğretmenin de elbet dindarı ve dindar olmayanı var. Dindarlar -şimdilik yalnız örtünme ve ibadetle ilgili de olsa- dininin gereklerini yerine getirenler.
Laikliğin yeni bir tanımı yapılarak, kamuda ve her alanda dindarların dinlerinin gereklerini özgürce yerine getirmeleri sağlanmalı. Örnek olarak. Din örtünmeyi buyurduysa, kadın dindar siyasetçi, öğretmen, doktor, avukat, yargıç örtünmeli. Böylelikle dindar ve dindar olmayanlar anlaşılmalı ve özgürce birlikte yaşamalı. Şimdilik!
Çünkü şimdi halkın gerçek egemenliği yok. Halkın gerçek düşüncelerini yansıtan yüzde otuz oy almış, dindarların buluştuğu Adalet Kalkınma Partisi Meclisteki çoğunluğuna karşın, her istediğini yerine getiremiyor. Bu ne biçim demokrasi? Bu ne biçim halkın egemenliği? Yargıçlar var. Danıştay var. Anayasa Mahkemesi var. Üniversiteler var. Cumhurbaşkanlığı var. Asker var! Var oğlu var! Bunlar-bazen- halkın egemenliğinin özgürce ve onların talebine göre gerçekleşmesini engelliyorlar!
Şimdi mecliste bir oylama yapılsa ve dindarların her alanda dindar gibi giyinmelerini sağlayacak düzenlemeler yapsa. Hoop Cumhurbaşkanı ret edecek. Anayasa Mahkemesi kabul etmeyecek!
Ne biçim halk egemenliği kardeşim bu!
Ancak gün gelecek, halkın egemenliği önündeki bütün engeller kalkacak. Demokrasi serpilecek! Bunu engelleyen makamlar ya ele geçirilecek ya da kaldırılacak!
Sonrası... Sonrası halkın egemenliği.
Halk ister mi, herkes dindar olsun, dindarlığın gereklerini yerine getirsin. İster ister. O zaman temsilcileri aracılığı ile Meclis'te bir oylama yapar, "Kadınlar örtüne!" der. Herkes örtünür. İşte size halkın kayıtsız şartsız egemenliği!"
İşte Türkçesi bu! Böylelikle demokrasi serpilecek.
Şimdi bu lafların Türkçesini anladım da. Neden bu dindarların temsilcileri, kafirlerin ayaklarına gidip "Bizi tepe tepe kullanın. Çöpe atmayın." falan diyorlar. Neden onların ülkelerinde yaşayıp, şemsiyeleri altında barınıyorlar? İşte bunu anlayamıyorum. Onlara takiye falan mı yapıyorlar yoksa? Ülkede halkın kayıtsız şartsız egemenliği sağlanıncaya kadar, durumu idare mi ediyorlar?
Bir anlayamadığım da şu; bu kafirler bizim kimi yöneticileri kullanıp kullanıp atarlarken, halkın boğazındaki lokma sayısına bile onlar karar verirken bu nasıl bir halk egemenliği oluyor peki?
Böyle bir halk kayıtsız şartsız egemenliği; onun kayıtsız şartsız örtünmesini sağlayacak ta, özgürlüğünü ve karın tokluğunu sağlayacak mı? Bak onu bilmiyorum!
Siz ne dersiniz? Sayın Barlas, Sayın Altan, Sayın Akyol? Sağlayacak mı?
Ancak bildiğim bir şey var.
Bugün ve yarın dindar siyasetçileri, ticaretçileri ve onların 'destekçilerini' ihya edecek.
Bu kesin!
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Gençlere Masallar 2 |
|
- Ben çok mu çirkinim?
- Nereden çıktı bu?
- Bütün arkadaşlarımın sevgilisi oldu benim niye hala yok?
- Sence?...
- Galiba erkekler beni yakından tanıyınca bana ilgi duymak yerine, saygı duyuyorlar.
Uzunca bir süre susup kaldım. Sustum çünkü böylesi bir durumda 'Ne güzel, seni tebrik ederim, saygın olman çok onur verici' gibi zırvalıkları yapamayacak kadar dürüst oldum ona.
- Çok güzelsin.
- Güzel olduğumu biliyorum, onu geç. Sorun nerede? Biliyorsan anlat.
- Hadi yat uyu. Yine masal anlattırma bana.
- Sonu iyi bitecekse anlat. Bir önceki masalın sonunu pek beğenmiştim.
- Uyu bebeğim evvel zamanlar içinde, prens masalları ile uyu da büyü. Ve gelecekte bir sabah; eşsiz ruhlara özlemle, gencecik uyan...
***
Herca-i menekşeme o uyurken...
Zamanların en bilinmez zamanlarından birinde, bahar gelince bütün ağaçlar çiçeğe durur, uçsuz bucaksız kırlık tepeciklerin tam ortasında taze kır çiçekleri açarmış. Bir bilinmez, bin farkedilemez bir mart ayazında küçük bir tepecikte, güneşin herca-i erken parlamasıyla erik çiçekleri erkenden tomurcuğa durmuş. Bunca telaşın sonunda da olan olmuş. Soğuk vurmuş genç dallarından gelin olup toprağa yağar olmuş erik çiçekleri.
Beyazlar tel tel gömülürken dalların boynundan kara toprağa, terslik buya bir kır çiçeği başını topraktan kaldırmış. Her mevsim açan basit bir çicek olmaktan baska hiçbir ilahi meziyeti yokmuş yok olmasına da, biraz meraklıymış bizimki gelinlere damatlara. Olana bitene bayılmış, erken gelin olan eriklerin telaşlı düğününü seyre dalmış.
İlk günler eriklere dert tasa ele düğün bayram gibi gelse de, gelmemiş bahara erken açınca kır çiçeği, zor dayanmış ilk gençlik meltemini teninde hissedeceği ılık günlere kadar. Kendi çağının düğün derneğini beklerken, her gece yıldızlara bakarak hayaller kurarmış. Meraka dalmakla kalsa iyi, iyiden merak edermiş geleceği, yarını, öbür on seneyi.
Bazen aklı suya erer, 'Bir mevsimlik ahir ömrümde ne haddime ulu irfanların, bilinir bilinmezlerin sırrını çözüp sekronize dans etmek yıldızlarda' diye düşünür; bilemediklerini bilmek için, bilenlerden medet umarmış. Bilenler ona bildiklerini anlatır; 'Kır çiçeği mevsimsel açar, belli belirsiz kokular saçar, çoğunlukla farkedilemez. Belki bir inek farkeder önce seni. Sonra da başka bir ineğin toynaklarının altında boynunu büker, toprak olur gider kır çiçekleri. Bil ki sen bir herca-i menekşesin. Başka başka renklerinle sen başka farkedileceksin' der dururlarmış.
Herca-i menekşe kaderine razı; özünü sulayıp, yapraklarını yeşertip, rengarek tomurcuk açınca kendi cılız dalında yeni gelen bahara; etrafında hep kendi gibi renk renk çiçekler olduğunu görmüş. Kendi gibilermiş kendi gibi olmasına da; bir adım önde başlayan dünyaya bakışın ayrılığını da bilirlermiş.
'Sen bizden değilsin. Hem herca-i'sin, hem erkencisin. Erkenden geldin, bu yüzdendir ki sen çok bilmişsin.' Kökünden bağlı olduğu ana toprağını pek severmis sevmesine de; yine de uzaklara uçmaları, gündüzleri güneşe, geceleri yıldızlara yakın olmaları aklından atamazmış bir türlü.
Bir sabah güneş olanca sıcaklığı ile içini ışıtınca yüzünü güneşe hevesle dönmüş. Kuşları görmüş mavilerde bir o yana, bir bu yana süzülen. 'Ne kadar özgürler, ne kadar çok yer görüyorlar. Ah keşke, bahar dalları yamacında gelin olup erken açacağıma, bir kuşun kanadında çicek olsaydim' diye hayaller kurar olmuş.
Günlerden bir gün bir beyaz kuş gelmiş yamacına.
'Ne güzel şeysin sen böyle, narin ve taze' demiş.
'Al beni uçur beyaz kuş. Nasılsa herkes beni herca-i bilmiş belledi. Bir mevsimlik heyecanım var doyasıya yaşat bana ' diye yalvarmiş.
'Bir mevsimlik ömrüm var dedinya, topraktan koparsan onu da yaşayamazsın, sana kıyamam' diye diller dökmüş ona kuş.
Kuş ne dediyse olmamış. Sonunda, kökünü kavradığı gibi gagasıyla söküp almış ana toprağından. Uçurmuş, uçurmuş...
Denizleri seyretmişler, karlı dağlarda su içmisler, yıldızlara bakıp, dolunayda şarkılar söylemişler. Masal bu ya küçük kır çiçeği kuşun kanadında uyuya kalmıs.
Kuş, koynunda uyuyan minik çiçeği ile uçarken birden yıldızlara yakın bir dilek ağacı görmüş. Ağacın dalına konmuş. Kuru bir dala usulca bırakırken çiçeğini için bir dilek dilemiş.
'Bir gün öyle bir güneş doğsun ve o güneşte öyle bir yıldız yağmuru yağsın ki, bu minik çiçek her yeni gelen mevsime rengarek ışısın' demiş ve uçup gitmiş, kendi mavi semalarına.
Bir sonraki bahar bir mucize olmuş. Güneş o gün başka ışımış. Yıldız yağmurları gündüze yağmış. Ve dilek ağacındaki uykusundan o yılki bahara rengarek bir çiçek uyanmış.
Gerçekten diğerlerinden çok farklı, herkesten çok başkaymış.
Güneşli, gölgeli, engebeli tepecikli kırlarda değil de; bir dilek ağacının güneşe dönük yüzündeki yıldızlara yakın kuru dallarından birinde, beyaz bir kuşun gagasından düşen toprağın içinde gizlenip, kara kuru dallarda rengarek her mevsim bir tek o açmış.
Bu masalsı duruşu onu özel yapar, kimseler koparıp koklamaya kıyamazmış. Hayallerini görebilende hayranlık, gücünü bilende saygınlık uyandırması bundanmış.
Gel zaman git zaman bu masalsı yalnızlıktan bunalmış.
''Heyyyy ben basit bir çiçeğim, beni de koklayıp sevin. Ben buraya bir kuşun gagasından düşüp geldim! Beni diğerlerinden farklı zannetmeyin!' diye isyan etmeye başlamış. Ne kadar haykırsa da durum hiç değişmemiş.
Kara dallardaki parlak renklerinin uyumu ile sıradanlığına kimseleri inandıramaz olmuş. Önünden hayran hayran bakıp geçer gidenlerden kimi; 'Bir hınzır çocuk topraktan koparıp dala takmış bu soysuzu'; demiş, kimi de 'Bu bir mucize, gördüğüm çiçeklerin en soylusu' dermiş.
Herkes hayran bakar, sonra kendi yoluna koyulurmuş. Güneşle parlak yıldızlarla arkadaş geceleri yalnız uyurmuş.
Aradan bir kaç bahar gelip geçmiş. Herca-i herkesin sevgilisi olmuş. Herkes onu görmeye, onu seyre dalmaya, ona şarkılar yazmaya yarışır olmuş.
Bir gün bir herca-i delikanlı belirmiş yandaki dalda.
- Hey! Demek sen de benim gibisin. Uçsuz bucaksız kırlarda binlerce kır çiçeği içinden kopup hayallerinin peşinden buralara kadar geldin. Ben de bir rüzgarın önüne kendimi katıp buralara çiçeğimi bulmaya geldim.
- Senin çiçeğin kim?
- Güneşli tepeciklerde asırlardır 'Bir kır çiçeği hayallerinin peşinden göklere uçtu ve bir dilek ağacının dalında sonsuz sevgiyi bir tek o buldu' deniyordu. İşte o çiçeği aramaya geldim. Yoksa o çiçek misin?
- Evet benim.
- Benimle evlenir misin?
Uyu bebeğim evvel zamanlar içinde, çiçek masalları ile uyu da büyü. Ve gelecekte bir sabah; kendi baharında, gerçek aşkın kollarında uyan...
Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TIRİŞKADAN NAĞMELER |
|
Herkes işine geldiği gibi, canı istediği gibi konuşsun. Bana ne kardeşim? Elalemin derdi beni mi gerdi? Herkes kendince bir yol tutturmuş gidiyor. Varsın gitsin. Hiç işim olmaz. Bak, sana gelince durum değişir. Sen bir yana dünya bir yana. Söz konusu sen olduğunda iş ciddiye biner. O zaman kayıtsız kalamam. Sigarayı bıraktığın için biraz sinirlisin. Anlıyorum. Ama bu seferde iyice sakız tiryakisi olup çıktın. Ne o öyle. Kutular dolusu sakız almışsın. Banyoda, aynanın önünde bile açılmamış sakız paketleri duruyor. Sence de biraz abartmadın mı?
Ne olur beni kendi aptal gündemine ekleme. Çok şirin falan değilsin. Müdür bile sana torpil geçiyormuş. Hiçbir şeyine karışmıyormuş. Hatta kimseye izin vermezken odasından internete bağlanmana bile ses çıkarmıyormuş. Bunun neresi iyi canım. Adam sana resmen asılıyor işte. Aklı sıra güzellik yapıp seni tavlayacak. Lamı cimi yok, bu işler böyledir. O adam kimseye hayır olsun diye güzellik yapmaz. Bence sen işi mahsus anlamazdan geliyorsun. Adamın sana kesik olması belki de senin de hoşuna gidiyor. Sen istediğin kadar kasıl. Yaşın otuzu çoktan geçti. İltifat edenler çok diye kendini hala çekici sanıyorsun. Ama kazın ayağı başka. Zaten ufacık tefecik bir şeysin. Kalça göğüs fukarası olduğunu kendin de her aynaya baktığında görüyorsun. Bodur tavuk her zaman piliçmiş. Tencereye koy da kaynat bakalım. Üç günde zor pişer. Bunların hepsi martaval, hepsi dalga dümen…
Sana olan ilgimi yanlış anlıyorsun. Onca senenin hatırı olmasa umurumda bile olmazsın. Ama ben müdürün değilim. Acaba elime düşer de razı edip yatağa atabilir miyim planları yapmıyorum. İyisin, hoşsun tamam da bulunmaz Hint Kumaşı da değilsin. Sıcaklığını, seninle sohbet etmeyi, arkadaşlığını, dürüstlüğünü, içtenliğini seviyorum. Ama hepsi bu… Öteki taraklarda bezim yok inan. Sen beni tanıdığın diğer erkeklerle karıştırıyorsun, Tamam, sonuçta bende erkeğim. Bu her gördüğüm kadının üzerine atlayacağım anlamını mı geliyor? Sen nasıl istersen öyle değerlendir. Bundan başka ne diyebilirim ki?
İstersen beni günah keçisi yapmadan önce kendini değerlendir. Senin ilişkilerin saçma sapan. Alper'i iki yıl önce Didim'e sen çağırmadın mı? Peki, gelseydi ne olacaktı? Bana sakın söğüt gölgesinde laflayacaktık, birlikte dondurma yiyecektik deme. Buna kargalar bile güler. Bir kadın bir erkeği yüzlerce kilometre uzaktaki bir kasabaya çekirdek çitlemeye çağırmaz. Çağırsa bile, bu amaçla hiçbir erkek yollara düşüp bu çağrıya kulak vermez. Sende bilirsin ki erkekler her zaman akıllarında daha fazlasını biriktirirler.
Bazı konularda duyarlılıklarını takdir ediyorum. İnsanların bazı konularda kendine özgü duyarlıklarının ve yaşamında bazı önceliklerinin olması çok hoşuma gider. Ama sen beni sık sık hayal kırıklığına uğratıyorsun. Hatta şaşırtıyorsun. İçkiliyken artan duyarlılığın ertesi gün kamyoncu muhabbetine dönüşüyor. Ben yaptığım hatalardan dolayı hiçbir zaman pişman olmadım ve pişmanlık duymadım. Laf ola beri gele. İçeriğinde boş, gereksiz, sığ ve kibir dolu anlamsız bir cümle. Her şeyden önce insan olmanın doğasına aykırı… Pişmanlıklarımız olmadan, hayıflanmadan, acı çekmeden nasıl yetişkin olunabilir ki? Sonuçta hepimiz hatalar yaptık. Hatalarımızın çoğunu zaman içinde görme fırsatımız oldu. Keşke böyle yapmasaydım, orada olmasaydım, acele edip yetişebilseydim, o lafı orada söylemeseydim dediğimiz onlarca durumla karşı karşıya kaldık. Arkamızı dönüp gitmek mümkün olsaydı belki giderdik. Ama gidemedik ve hatalarımız hep bizimle birlikte geldiler. Hadi buyur buradan yak. Ben hiç pişman olmadım demek bu kadar kolay mı sanki?
Son günlerde artık seni görmezden geliyorum. Durup dinlemekten kaçıyorum. Kendini dirhem satan, lütuf gibi sunan davranışlarına katlanamıyorum. Ateş olsan cürümün kadar yer yakarsın. Bu bulunmaz Hint Kumaşı hallerinden vaz geçmezsen hep böyle davranacağım. Senden uzak durmayı sürdüreceğim. Biliyorsun, uzak olmak herkesi azaltır. Zamanla sende bende azalacaksın. Kaybolup başka insanlara, başka yaşamlara gideceğiz.
İnsanlarla ilgili olarak basit psikolojik tahliller yapmayı sevmediğimi bilirsin. Ama konu sen olduğunda kendimi tutamıyorum. Köyde yetişip, sonradan biraz mürekkep yalayarak sınıf atlayan insanlarda bence önemli kişilik çatışmaları oluyor. Hırsları köylü kalıyor. Bütün yaşamlarını sanki küçük bir çevrede, sürekli komşu ailelerle rekabet ediyor gibi yaşıyorlar. Bu rekabetin düzeyi ise içinde hep biraz çekememezlik ve hep rezil bir haset duygusu barındırıyor. Yaşamlarını hep bir başkasıyla kıyaslayıp mutlu veya mutsuz oluyorlar. Ulaştıkları yere ait olma hissini sindirerek tadını çıkaramıyorlar. Bütün ömürlerini başkasının eşlerini, aile yaşamlarını, mobilyalarını, giysilerini takip ederek yaşıyorlar. Elde ettiklerine sevinemiyor, kendi kozalarını örmekten yoksun kelebek misali hep açıkta, hep ayazda yaşıyorlar. Davranışlarında bu tanımlara dokunan, örtüşen yerler var. Bazen dünyanın tepesinde oturur gibi davranıyorsun. Bazen de belirgin bir aşağılık duygusu içinde kıvranıyorsun. Sürekli başkalarına göre bir yer, bir konum bulma çabası içinde gereksiz yere çırpınıyorsun. Bırak bunları, dalgana bak…
En sonunda gülmenin, konuşmanın, dertleşmenin, suyunu çıkardık. Gözümüz aydın olsun. Ortada sözü edilecek hüzünlü bir ayrılık falan yok. Öfke, kin, nefret veya yarım kalmış öykülerin buruk tadı da… Bir sigara içimi kadar yakındık senle, bin arşın kadar uzak. Sessiz, sedasız ortadan kaybolmak yerine sana kendi penceremden gördüklerimi anlatmak istedim. Şairin değdi gibi özetlemek gerekirse. Sen benim hiçbir şeyimsin… Hepsi bu…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Double Espresso : Gülendam Z.Oğuz Bir seyahat güncesi- 5 |
|
Bu sabah otelin hemen karşısındaki fransız kafe'sinde kahvaltımızı yapıyoruz. Ortam çok şeker, kahve de mis! Garsonlar fransızca konuştuklarından pek bir rahatım.Çenem düşüyor da düşüyor!.. İletişim kurabilmek öylesine büyük bir ayrıcalık ki; insan ancak seyahat ettiğinde bunu daha iyi yaşıyor. Çek'lerin bir çoğu ingilizce bile konuşmuyor, bazen çok zorlanıyoruz.
Kızımın midesi artık iyi! Masal kent'e gidebileceğiz. Ancak, kitaba göre önce tren istasyonunu bulmamız ve birer bilet almamız gerekiyor!
Sora sora en sonunda 'Bağdat'a geldik' falan diyeceğim, ama tabii ki hayır! Üç boş atış'tan sonra, doğru gar'ı bulabiliyoruz. Yürümekten öylesine yorulduk ki!..
Yok! Tren, bugünkü tarifeye göre, Karlovy Vary'ye çok geç varıyor ve aynı gün gidip geri dönmemiz çok zor ! Üzülerek vazgeçiyorum. Bugün bizi ancak Petrin Parkı paklar.
Yine aynı yollardan, köprülerden Eski Şehir'den Yeni Mahalle tarafına geçiyoruz. Artık doğma büyüme Prag'lı gibi otomatik pilot'ta yollarımızı buluyoruz.
Petrin parkı'nın hemen girişindeyiz. Park, yüksek tepesi ile ünlü! Yukarıya, tek vagonluk, oyuncak gibi çok şeker bir kablolu demiryolu treni ile çıkacağız. Hemen biletlerimizi kestiriyorum. Hava çok sıcak, kızıma şapkasını çıkarmamasını tembihliyorum.
Etraf öylesine güzel bir yeşil, gökyüzü öylesine berrak bir mavi ki... Yaklaşık 300 metre yukarıya çıkıyoruz. İner inmez bizimkisi dondurma istiyor. Ama nafile! Hemen botanik bahçesine giriyoruz. Çeşit çeşit çiçekler, bitkiler var. Bu arada bir ağacın kovuğuna ufaklığı oturtup fotoğrafını çekiyorum. Bana poz vermekten nefret ediyor! Ben de makinama ayar çekeceğim diye, onu az bayıltmıyorum hani!..
Kitap; 'Petrin parkı'nın içinde Eyfel kulesinin taklidi olan bir gözlem kulesi bulunuyor, illâ ki gidin!'diyor! Aman, bir kule mi? Ödümüz kopuyor. Sekizgen bir kule, tam önündeyiz! Yüksekliği 60 metre! Tabii ki çıkmaya yeltenmiyoruz bile!
İnerken yürümeyi teklif ediyorum. Bizimkisi, önce kabul ediyor ama yarı yolda vazgeçiyor. Çünkü etraf tasmalarından azad edilmiş köpeklerle dolu! Bizimki tırsıyor. Ben de!
Kablolu demiryolunun, orta istasyonunda çok şeker bir restoran var. Burada birşeyler atıştırıp, kale ve nehrin karşısındaki şehir manzarasını seyrediyoruz.
Evet... Tekrar vagondayız ve aşağıya doğru süzülüyoruz. Şehir dışına da çıkamadık ya... Müze, katedral, sergi gezmek ya da sokaklarda dolanmaktan başka yapacak birşey yok! Tekrar bizim mahalle'ye yürüyoruz. İyi bacak kası yaptık! Sanki yere daha bir zımba gibi basıyoruz.
Bu akşam son kez otelde kalacağız. Cebimdeki fazla kronları harcamalı, yanlışlıkla eve götürmemeliyiz ! Doğruca ufak bir alışveriş'e...
Swarovski'deyiz! Kristali çok sevmem ama kendime minik bir kolye ucu alabiliyorum. Ama marka olduğundan burada herşey çok pahalı! Kızım da yoldaki bir tezgahtan kendine yaylı bir ahşap inek'çik alıyor. Odasının kapısına asacakmış! Assın bakalım!
Akşamüstü olmak üzere ve biz... Eski şehir meydanında, antika arabaların geçit törenini keyifle seyrederek, hayatımızın en güzel tiramisu'sunu yiyoruz. Yan kafe'deki ingiliz gençler bira içiyorlar ama alkol duvarı biraz aşılmış gibi. Aaa.. Ne görelim? Aralarından bir tanesi kadın elbisesi giymiş. Hem de şifondan! Yani hafiften şeffaf! Ama kolunda ejderha dövmeleri falan da var. Ufaklığın meraklı sorularını uyduruktan teyyare hesabı geçiştiriyorum. Çünkü durumu ben de kavrayamadım. Hesabı ödeyip kalkıyoruz. Tipler garip nara'lar falan da atmaya başladılar. 'Gençlik işte!' diyeceğim ama biraz dejenere durumlar bunlar!
Otele yürürken bir apartmanın önünde dekolte elbiseli iki sarı kafa genç daha görüyoruz. Ama bunlar 'şey' falan değil'ler, harbiden delikanlı çocuklar! Anlamıyorum. Gelip geçmekte olan çek kızlarına laf atıyor, gülüşüyorlar. Tam o sırada harika bir kız bunların yanından geçiyor. Biz de geçtik, geçiyoruz -ki....
Oğlan plise eteğini kaldırıp, ulu orta her yerini kıza göstermez mi? Eh, bön bön bakan bizler de manzarayı görüyoruz tabii. Oğlanın altında çamaşır falan yok! Orasını burasını fayton süsler gibi rengarenk ponponlarla falan süslememiş mi? Şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırıyorum. Serserinin bir klaksonu eksik! Alel acele, ufaklığın gözlerini ellerimle sıkı sıkı kapatıyorum. "Ya huavle velâ!.. "Ya da, her ne denecekse...
Bizim otelin, yani Casa Marcello'nun (*) insana rahatlık veren koridorlarından geçip odamıza geliyoruz. Ufak ufak bavul hazırlığına başladım. Malum, son dakikayı bile gezerek değerlendirmek istiyorum.
Üstümüz başımız terli, güzel bir duş alıp hazırlanıyoruz. Bu akşam hoş bir restoranda yemek yiyeceğiz. Prag'ı çok sevdik.
Yemekler de, hesap da iyi idi. Memnun ayrılıyoruz.
Hazmedelim diye, yolu uzata uzata, farklı ara sokaklardan şirin otelimize yürüyoruz.
Hadi bakalım, kaybolduk! Kitap da, şehir haritası da yanımda yok, panikliyorum. Issız bir yerlere geldik! Paniğimi belli etmemeye çalışıyorum -ki otelin arka taraflarında bir ana cadde'de olduğumuzu anlıyorum. Hızlı hızlı yürüyoruz. Dalak malak ikimizde de şişti, patladı patlayacak! Ama, diyorum ya.. Etraf çok ıssız.
Farklı bir ara sokaktan, tam otelimizin köşesine varmak üzereyiz -ki... Karşıdan iki kara köpek bize doğru koşuyorlar. Galiba bir tanesi iyi besili'sinden, iri bir doberman!
Açık bir kapı ve ışık görüyor, tereddütsüz içeriye dalıyoruz! İçerisi tamamen erkek, hepsi bira içiyorlar ve tele dizili kuşlar gibi bir ahşap bar'a sıralanmışlar! Alçak tavanlı bu içerlek bar'da bir anne ve kızı! Hiç tepki vermiyorlar. Ben, kem-küm edip durumu anlatmaya çalışıyorum, ter içindeyim! Anlıyorlar ya da anlamıyorlar, tek bir kelime dahi etmiyorlar. Umursamıyorum. Aklım köpeklerde!
Kafayı dışarıya doğru uzatıyorum. Ortalıkta köpek falan yok! Ama otelimizin hemen yanındaki St.Agnes manastırının duvarının oradan sanki onların ayak sesi ve hırlamaları geliyor. Yine de bar'dan çıkmalıyız. Ya köpeklere, ya da bu afyon yutmuşlara yem olacağız.
Kafayı dışarıya doğru uzattığımda, bir taksi şöförünün hemen köşede beklemekte olduğunu görüyorum. İki, üç metre uzaklıktan, ona köpeklerin orada olup olmadığını soruyorum. Hayır, duvarın arka tarafını göremiyorum ki!.. Ya önümüze çıkarlarsa? Çocuğu ortada bırakıp kaçarsam falan? Olur ya...
Adam, el kol hareketleri ile bana sanki yol tarif ediyor. Tabii, çek'ce! Ben sorumu tekrar soruyorum, basitçe: "Do you see dogs there? Behind that wall ?"
Adam, yeni anlamış gibi el kol işaretleri ile bu kez de ters istikamette bir yol tarif ediyor. Ay, çıldıracağım! Bu arada adamın yanına kadar geldik, geliyoruz. Yok, adama dört kez sordum, anlamıyor da anlamıyor. Takılmış plak gibi, ha bire yol tarif ediyor.
En sonunda, kızımın sesi ile kendime geliyorum: "Anne, istersen yerden kalk ve artık havlama! Köpekler gittiyse bile senin havlamana geri dönecekler!"
Bir bakıyorum ki, zavallı ben; yerde, dört ayak, adama "hav hav var mı? Hav havvv.." diye hav'ca - türkçe karışık meramımı anlaması için yalvarmaktayım. Helâk olmuş durumda, avuçlarımı ve dizlerimi silkeleyip yerden kalkıyorum. Adamın garip bakışları altında bu kez de gülme krizine tutuluyoruz.
Neyse... Ben rahat! Prag'ın zavallı köpekleri rahat! Otelin kapısından içeriye giriyoruz.
Yatağımızdayız. Ufaklık, klasik müziği, plastik sanatları, tiyatroları, gotik ve barok çağın eşsiz mimari eserleri ile dopdolu bir rüya kenti de körpecik hatıralarına ekleyip uyudu bile! Tabii bir de başımıza gelen komik seyahat hikayelerini... Ben de, son havlamalı hikayeye gülmelerim sona ererse, hayırlısı ile uykuya dalacağım.
Yarın Prag'dan ayrılıp, şehri gezip görmeden vaktini kumarhanelerde ve alışverişlerde sarfeden yurdum insanımızla aynı uçağa bineceğiz.
Dönüşler de gidişler kadar heyecanlıdır! Heyhat!.. Uyku tutmuyor.
Sanki aylardır ayrı kalmış gibi... Evimizi çok özledim.
(*) Casa Marcello Hotel web site: www.casa-marcello.cz
Gülendam Z.Oğuz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan Nacar Kol Saati |
|
Her insanın yaşamında bazı ilkler vardır. Niteliği ne olursa olsun bu ilkler çoğunlukla hafızamıza kazınır, unutulmazlar arasında da ilk sırayı onlar alır.
Geçenlerde "Eğirdir Güzellemesi" başlıklı yazımı yazdıktan sonra kendime şu soruyu sordum:"Eğirdir'de doğup büyümediğin halde aşk derecesinde bu kenti sevmenin altında yatan şey nedir?" Aldığım yanıt, hafıza lobumun köşesinden çıka geldi. Hayret verici bir şey, şu beyin denen organımız. İnsan zorlamadan kesinlikle yanıt vermiyor. Bana gelen sinyal karşısında, ah ya, nasıl da bunu düşünemedim, şeklindeydi.
Babam doğup büyüdüğü, gençliğini geçirdiği ve evlendiği Eğirdir'i hiç istemeden terk etmek zorunda kalmıştı. Çünkü o sıralar Eğirdir küçük bir Anadolu kasabası ve gelir kaynakları yok denecek kadar azdı. Ekip biçecek toprak olmadığı gibi kentte ev yapacak doğru dürüst arsa dahi yoktu. Bu yoksulluk ortamında askerliğini yapıp ardından da evlenen babam çareyi diğer hemşerilerinin yaptığı gibi Batıya göçte bulmuştu. Bu konuda başta annem direniş gösterse de o da kocasına uyarak trene atladıkları gibi soluğu Aydın'da almışlardı.
Aydın'da geçirdikleri ilk yıl çok zorlu geçmiş, zeytinyağı fabrikalarında 100 kilonun üzerinde çuvalları sırtlayarak geçirdiği her günün gecesi onun için içten içe isyanlarla geçmişti. Her fırsatta geri dönmeyi düşündüğünü söylediğinde annemle kavga ediyordu. Sonunda da bu düşünceyi kafasından tamamen silip atacaktı.
O tarihten sonra aile o zamanki adıyla Karapınar şimdiki adı İncirliova olan kasabaya taşınmış, geçim sıkıntısını bir ölçüde hafifletmişlerdi. Yine o yılların ülke koşulları gereği doğum kontrol nedir bilmeyen annemle babam ortalama her iki yılda bir çocuk sahibi olmuşlar. Bu furya sonucu ailenin son evladı olarak da ben dünyaya gelmişim. Şimdi kendimize baktığımızda bazen iki çocuğun yükü bile ağır geliyor demek geçiyor içimden. Oysa annem 14 çocuğu hangi duygularla doğurdu bilenimiz yok. Her ikisine de büyük rahmetler diliyorum. İyi ki doğum kontrol olayı o zamanlar yokmuş!
Ailem artık tamamen Aydınlı olmuşlardı. Ama bilirsiniz, kişi doğduğu yeri kendi toprağı bilirmiş, babam da doğup büyüdüğü toprağı hiç unutmamıştı. Her fırsatta ve her yaz mutlaka kısa da olsa Eğirdir'i ziyaret eder, akrabalarımızla hasret giderirdi. Bu ziyaretlerinden birinde, o yaz İlkokulu pekiyi dereceyle bitirmiştim. Babamla birlikte Eğirdir'e mutad ziyaretlerimizi yapıyorduk. Eğirdir'de saatçilik yapan teyzemin damadı, kayınbiraderleri Osman ve Arif'le birlikte çalışıyordu. Onları da dükkânlarında ziyaret etmiştik. Saatçi itrinlerine bakmayı oldum olası çok sevdim. Bugün dahi zaman buldukça bakarım. 11 yaşında bir çocuk için o yıllarda bir saat sahibi olmak olağanüstü lüks sayılabilirdi. Bu yüzden, aklımdan, "Ah, babam da şu vitrinde ışıl ışıl parlayan kol saatlerinden birini bana alsa.." şeklinde en ufak bir duygu kırıntısı geçmemişti. Nasıl geçsin ki, daha önce bu tür bir şey sizin başınızdan geçmemişse?
Yüzüme güleç bir şekilde bakan babamın bu hali beni önce şaşırttı. Öyle ya, durduk yerde babam bir insana gülmezdi. Şaşırdığımı görünce, bu kez gururlandığı yüz çizgilerinden belliydi, saatçiye dönerek,
- Oğlan bu yıl İlkokulu pekiyi dereceyle bitirdi amcası. Ona şöyle güzel bir kol saati verirsin değil mi? O bunu hak etti, der demez, nasıl da sevindim bilemezsiniz. Rüyamda görsem inanmazdım.
Saatçi akrabamız, vitrinden ışıldayan, altın kaplama Nacar bir kol saati çıkardı. Siyah deri kayışlıydı.
- Eh, İbram abi, akıllı oğlana da bu yakışır, deyip, itinayla koluma taktı.
İnsanın gösterecek bir şeyinin olmasının önemini Nacar kol saatiyle öğrendim.
…
Şimdi siz bu anımın devamını da istersiniz ya, neyse tadında kalsın. Gerisi çünkü babamla benim aramda geçen önemsiz şeyler. Ancak şu kadarını söylemeliyim; o günleri bilmeyen genç kuşaklar için: Bizler ilkokuldan sözlü ve yazılı olarak yapılan bitirme sınavları sonunda mezun olduk. O sözlü sınavlarda öğretmenlerimizin dili tutulsun, kolay sorular sorsun diye kapı kenarlarına iğneler batırdık! Böylesi zorlu bir sınavdan pekiyi ile mezun olmanın önemini ancak yaşayanlar anlayabilir.
Sonuçta neden Eğirdir'i bu kadar çok sevdiğimi bilmem size anlatabildim mi?
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.133 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ŞİMDİDEN BİR HATIRASIN
Şimdiden Bir Hatırasın
Bulutsa, tozsa, uçarsa
Bütün (aşklar) paranteze alınsın
Rüzgar çanısın, rüzgarın diline dolanırsın
Ne bir şarkısın,
ne de dillerde nağme adın
Artık bazı şarkılar kadar yarılısın
Günler izmarit diplerinde biriksin
O zaman mutlaka bir trenle gelirsin
Köpüklerdensin, mavisin, sakinsin
istesen suyun tenine bitişirsin
ellerimi bıraktım, artık buna sana yazsın
İçimde iki yaşlı balık varsa,
İçimde biri pulsuz, iki balık varsa
Biri senden, gelirsen ve yok edersen
Bunu yazmak istiyorum sana
Sonra postalamak istiyorum
Pulsuz bir zarfla
Hiçbir mektup artık ikna etmiyor beni hayata
Bu kırmızı oyalarla saçlarımda
Beyaz bir tülbent gibi kalırsam
tenimde, süzemediğim tortularla
Gün olur sararırsa sayfalarda
Bıraktım ellerimi, sana bunu yazsın
Şimdiden bir hatırlasın
Kırık kalplerle süslü bir sayfaysan
Camsan, saydamsan, beni kırarsan
Simlerimle sevişirim seninle
O süslü sayfaların üzerinde
İçimde mutlu iki yıl varsa,
İçimde biri simli iki kadın varsa
Sen, gelirsen ve yok edersen
Bunu yazmak istiyorum sana
sonra postalamak istiyorum
Simli bir yılbaşı kartıyla
Hiçbir mektup artık beni, ikna etmiyor hayata
Didem Madak
Yukarı
|
Sudoku #56
Çözüm: Sudoku #55 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Epeydir işlerinin yoğunluğu nedeniyle aramızda olamayan sevgili Mustafa Serdar Korucu'nun editörlüğünü yaptığı yeni haber sitesi www.haberposta.com açıldı. Olan bitenden haberdar olmak için iyi bir seçenek. Bu arada kendisini yeniden aramızda görmek istediğimizi de söylemeden geçmeyelim.
Güzel bir web sayfası, Robot meraklısı olanlara meraklarını gidermek için tavsiye ediyorum ...Robot yapmak için gerekli malzemeler, devreler, motorlar, dişliler,yapılar, imalat, elektronik bilgi ve programlar konusunda eğitici yayınlar yapmak, teknik ve teorik robot derleri vererek robot yapmanın artık basit bir uygulama olduğunu göstermek... http://www.robbot.org kısayoluna tık.
Nike reklamında kullanılan muhteşem kolonları hatırlayıp, nasıl yapılır bu kolonlar diyenlere resimli bir kaynak http://www.cnmat.berkeley.edu/Speakers/ Hemde işin tekniğini akademik kaynaklara dayanarak hazırlayanlardan.
Google nedir? İnterneti kullanan hemen her kullanıcının adı gibi bildiği bir arama motorudur. Peki Siigle nedir? Hımm, du bakalım neydi bu yahu, bak dilimin ucunda ama aklıma gelmiyo demeyin http://www.siigle.com/ kısayoluna tıklayın. İşte bir arama motoru daha, ama sadece oyun meraklılarına... google ve siigle pek bi benzer olmuşlar dimi.
...Aslında işin aslı şöyle hakim bey, Aslıyı ilk gördüğümde başlıyor işin aslı, Aslı birgün benim acizane kaptan şöförlüğünü yaptığım 56, Şavrole taksiye biniyor, Ve ; karagümrüğe diyor bana, Karagümrük o dakika gönlümün başkenti başımın tacı ruhumun,İlacı oluyor, delikanlıya yakışmaz, Yolculuk esnasında en ufak bi rahatsızlık yada edepsizlik, Etmiyorum... http://www.sozlerim.com
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.
KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|